Tarihte öyle anlar vardır ki yalnız ve tek başınıza kalabilirsiniz.
Öyle bir an gelir ki artık karar vermek zorunda kalırsınız.
Örgütlü ama iradesiz bir mürit mi, yoksa örgütsüz ama irade sahibi biri mi?
Bu karar hiçbir zaman kolay değildir, hele bir de bütün gençliğiniz o yapılar içinde geçmişse.
Tarikat ve benzeri kurumlarda örgütlenmiş insanlar, çoğunlukla kendi dar çevrelerinde her şeydirler; fakat dünyada hiçbir şeydirler. Tarikatlarda değil ama şu bir anlık dünyada başı dik ve onurlu bir varlık olmak önemlidir. Halka yararlı olmak esas amaçsa, gidilecek yollar tükenmez. Kalıcı ve halka yararlı işler görmek her şeyden önemlidir.
1632’de Amsterdam’da dünyaya gelen Spinoza (Benediktus de Spinoza) hep yalnızdı fakat onurluydu, kısa ve verimli hayatına da oldukça büyük işler sığdırmasını bildi. Spinoza, 1600’de Portekiz’den kovulup Hollanda’ya sığınan Yahudi bir ailenin çocuğuydu. Her Yahudi çocuğu gibi o da Amsterdam sinagogunda dersler gördü ve ailesinin beklentisine uygun olarak haham mesleğini seçti. Fakat kısa bir süre sonra Tevrat’taki tanrıyla barışık yaşamayacağını; Tevrat’ın genç beyinlere zerk ettiği hikayelerle mutlu olamayacağını anlamıştı.
O, karakter icabı isyankar biri değildi. Yenilikler yaratan biri olmak gibi hevesi de yoktu. Kendinden bahsedilsin de istemedi. Ama o başı dik, hakikat peşinde koşan aydınlık zihinli bir gençti. Spinoza adım adım bağlı olduğu Yahudi cemaatinden uzaklaşmaya başlamıştı. Zeki mi zekiydi, yetenekli mi yetenekli. On parmağında on hüner vardı. Öğrencilik döneminde o kadar çok dil öğrenmişti ki duyanları hayrete düşürüyordu. Portekizce, İspanyolca, İtalyanca, Fransızca, Hollandaca, Almanca ve üstüne bir de sonradan gramerine katkıda bulunacağı İbraniceyi öğrenmişti. Her Yahudi genç gibi o da bir teknik meslek sahibi olmuştu: Spinoza çok yetenekli bir mercek yontucusuydu.
Öyle bir an geldi ki Yahudilerin Tanrısı Spinoza’ya imkansız bir varlık olarak gözükmüştü. Ayrıca ünlü Fransız filozofu Rene Descartes’tan oldukça etkilenmiş ve felsefede şüphecilik olarak bilinen tezleri benimsemişti. Ancak o, Descartes’ın ruh-beden ikiliğini (düalizm) kabul etmiyordu. Ona göre ruh ve beden birleşikti ve kopuk değillerdi. Spinoza’ya göre insan ruhu, onun yeteneklerinin toplamından ibaretti. Tanrı ne gökte ne de yerdeydi; o doğanın her küçük birimindeydi. Her şeyde ilahi bir ruh vardı. Spinoza’ya göre bütün varlıklar kutsallıkla donatıldıkları için kendi açılarından tanrısaldılar. Tanrı vardı fakat o dünyayı yönlendiren konumda değildi, her şey onunla birlikteydi ama aynı zamanda onsuzdu. Bu düşünceler Spinoza’yı panteist düşünceye sevk etmişti. O, bu düşüncelerini, Yahudi cemaatine dayatmayı hiçbir zaman düşünmedi fakat onlar Spinoza’yı rahat bırakmamışlardı. Onun cemaatin etkinliklerine katılmaması ve arada bir aykırı görüşler ifade etmesi, Yahudi dini açısından tehlikeliydi. Yılanın başı henüz küçükken ezilmeliydi. Ona önce ciddi bir servet ve önemli bir makam teklif ettiler, o yeter ki sussundu. Ama o susmayı değil sorgulamayı tercih etti. Ardından tehditler savruldu. Basbayağı ölüm tehditleri… Hatta bir suikast girişiminde de bulunuldu ki bu yüzden Amsterdam’ı terk etmek ve küçük bir kasabada gizli yaşamak zorunda kalmıştı. Bu da yetmeyince onu lanetleyerek Yahudi cemaatinden aforoz ettiler. Bugün hala o karar kaldırılmış değildir.
Bunların hiçbiri Spinoza’yı yıldıramadı çünkü o küçük hesaplar peşinde koşmadı, ya da cemaatin sunduğu maddi ve manevi olanaklara heveslenmedi. O hakikat arayışında bir yol eriydi. Yalnız bırakıldı, hakkında yalanlar söylendi, üstüne iftiralar atıldı ve en kötüsü ona karşı kışkırtılan ailesi tarafından da reddedildi. Ama o bunları da sineye çekti çünkü hakikatin emri, bütün cemaatlerin tehditlerinden daha güçlüydü. O felsefenin bin bir çiçekli bahçesinden gül toplamaya devam etti. Geçimini sağlamak için bileğinin gücüne güvendi ve geceleri mercek yonttu. Ne bedenin hazlarına ne de tüketim hastalığına kaptırdı kendini. Yetinmesini bildi, fazlalığı fazlalık olarak gördü. Alın teri akıtarak geçimini sağladı ve çok okuyup çok yazdı.
Zengin bir arkadaşının yüklü bir bağışını kabul etmedi. Aynı arkadaşının ölümünden kısa bir süre önce bütün servetini ona bırakma teklifini de hiç düşünmeden reddetti. Fakat kardeşleri, babasının ölümünden sonra onu hakettiği mirastan mahrum bırakmak istediklerindeyse isyan etti. Bu haksızlığa boyun eğemezdi, kardeşlerini dava etti, davayı kazandı ama sonra bütün mirasını kardeşlerine gönüllü olarak pay etti. O onurluydu, başı dikti ve zihinsel açıdan özgür ve bağımsızdı ki bu sayede tarikatlara eyvallah demedi. İhtiyaçlarını hep kendi karşıladı, asalak yaşamdan nefret etti. Ona göre çıkar sahibi olmak, içten hesaplı olmaktı. Şahsi çıkarlarını bir kenara atamayanların her zaman birilerinin kapı kulu olacağını söyledi. Özgür zihinli olmak, maddi ve manevi kazançlar peşinde koşmamakla mümkündü ki Spinoza bu ilkeleri, yaşamı ve öğretisiyle ortaya koydu. Mercek yontmaktan gelen bir hastalığa kapıldı. Ciğerlerini cam tozu günden güne eritmişti. 44 yıllık hayatına çok şey sığdırdı ve kendinden sonraki filozoflara ilham kaynağı oldu.
Comments