“Savaş ve Barış”, “iyi ve kötü”, “yakın ve uzak” şeklinde karşıtlık bildiren kavramlar, gerek dilsel gerek felsefi veya gerek birer deyim olarak ilginç özellikleri içlerinde barındırırlar. Dilsel/gramatik olarak iki veya daha fazla kavram arasında oluşturulan sarmallık ilişkisi, anlamı güçlendirmeye, yeni anlamlar türetmeye veya mesela benzetmeler yoluyla farklı içeriklere ulaşmaya olanak verebilmektedir. Felsefi olarak düşünüldüğünde, diyalektik bir gidişin, yani karşıtların birlikteliğinin yeni bir oluşumun gerekçesi olarak yorumlanabilir. Karşıtlar, yani tez ve antitezi konumunda olan unsurlar, bazı filozoflarca fizik dünyadaki (ontolojik) oluşumun da bir tür motoru, gerekçesi veya yasası olarak anlaşılabilmektedir. Amacım bu tür tartışmalara girmek değildir; sadece “savaş” ve “barış” kavramlarının ve işaret ettikleri olguların bazı ilginç özelliklerine dikkati çekmektir. Bu çerçevede, felsefenin, yaklaşık 2.500 yıldır vazgeçilemeyen bir özelliğini kullanarak onun günlük yaşamdaki yeri ve önemine de vurgu yapmaya çalışacağım; felsefenin söz konusu özelliği, “bir sorunun farklı açılardan ele alınması” şeklinde ifade edilebilir.
“Savaş ve Barış” gibi iki sarmal kavram, şüphesiz çok güçlü olgusal özelliklere sahiptir. Tarih boyunca devletlerin, toplumların hatta bireylerin gündeminden hiç eksik olmamıştır. Tarihin seyrini, toplumların kaderini ve bireylerin yaşamalarını değiştirmiştir. Bu durum ister istemez bu iki olgunun siyasi, ekonomik, kültürel açıdan analizlenmesini gerektiren güçlü gerekçeler olarak düşünülebilir. Fakat ben bu iki kavramı dilsel açıdan ele alacağım. Dilsel açıdan ele almak, karşıt bu iki olguyu birlikte düşünebilme olanağı vermesi bakımından da çok önemli bir ayrıcalık sağlayacaktır.
Gerçekten de savaş, bir olgu olarak içinde barış olgusuna ve barış da savaş olgusuna yer vermez; dolayısıyla olgusal açıdan onları birlikte düşünmek sözkonusu olamaz. Ne var ki bu iki kavrama dilsel olarak yaklaşıldığında olgusallığın dışına çıkabilme olanağı elde edilebilir; karşıtların birlikte düşünülmesi ise, düşünsel bir derinlik ve özgürlük ile analiz gücü sağlayacaktır.
Kavramsal analiz; kavramların yaslandığı kültürel birikimi dikkate almaya, etimolojik bir arkeolojiye, toplumsal/kültürel tavır alışları günışığına çıkarmaya olanak verebilir. Kavramlar içlerinde adeta birtakım gizli güçler barındırırlar. Bu sayede her birey, bir kavramın içeriğini, kendine göre yorumlama özgürlüğü elde edebilir. Açıktır ki biz dil ile düşünürüz, dil ile duygu ve düşüncelerimizi aktarır, bilgi ve deneyimleri saklamak ve çoğaltmak için yine dili kullanırız. Dolayısıyla konuşma dili hem bir iletişim aracı olarak hem de bireylerin kişisel, kendine özgü birikimlerini taşıma aracı olarak kullanılabilir. Bu noktada kavramların içeriklerinin olabildiğince belirli ve tanımlanmış özellikler taşıması gereklidir, hatta kaçınılmazdır; fakat değişim olgusu bu içeriğin yeni bir gözle ve yeniden yorumlanmasıyla gerçekleşir. Bu sayede her toplum, her birey ve her çağ kendi paradigmasını değişen koşullara uygun olarak inşa edebilme şansı elde eder.
Bu noktada, materyalist bir diyalektik ile başlayıp Hegelci bir bakışa sıçradığımın farkındayım; ama burada da durmaya niyetim yok! Buna; maddi olanın üzerine kurulan bir varlık anlayışından (ontolojiden) ve tarihi varlık alanından (tarih ontolojisinden) ayrılıp bireye bağlı varlık kazanan bir ‘bireysel ontoloji’ye (yani solipsizme1) geçiş de denilebilir.
Her bireyin bir olguyu veya nesneyi kavrayışı, o olguya veya nesneye işaret eden kavram aracılığıyla gerçekleşir. Diğer bir ifadeyle bireyin örneğin “barış” veya “savaş” kavramından anladığı, yani bu kavramların anlamlarını (-kendine göre-) biçimleyişi, sözkonusu olguları kavrayışı, bu olguların bulunması neliği hakkındaki görüşlerini de içerir. Dolayısıyla bireylerin adı geçen olguları yorumlayışı, bu olgulara işaret eden kavramlardan anladığı ile eşleşir.
Kavramlar aracılığıyla iletişim, onların ortak içerikleri üzerinden gerçekleşir. Fakat bir iletişim her zaman düz bir çizgi üzerinde ilerlemez: konuşma dili anlaşmanın ama anlaşmazlıkların da kaynağıdır.
İnsanlık tarih boyunca hakikati aramış, hakikat peşinden koşmuştur. Bu çaba, tüm sorunlara rağmen, sonunda hakikate yani kavramların doğru içeriğine ulaşılabileceği varsayımını da içinde barındırmaktadır. Fakat günümüzü karakterize eden “post modern doğru” kavramı, her bireyin kendi doğrusunu istediği şekilde tanımlaması ve inşa etmesine izin vermektedir. Bu durumda sadece “savaş nedir?” veya “barış nedir?” gibi sorulara değil, insana, yaşama, teolojiye, yani geleneksel soru ve sorunlara yaklaşım da aynı çerçevede biçimlenmektedir.
Bu durum, geçmişle kıyaslandığında, bir derece farkı gibi yorumlanmak istenilebilir: çünkü anlam, zaten her zaman bireyin yorumuna açık bir özelliğe sahip olmuştur. Diğer bir ifadeyle her birey, kavramları, belirli sınırlar dahilinde zaten kendine özgü bir şekilde yorumlayıp kullanmıştır. Fakat bu yorumların arkasında, keşfedilmeye açık bir hakikatin bulunduğu varsayımı mevcudiyetini korumuştur. İşte günümüzde tartışma konusu, bu varsayımının kendisidir; çünkü 1 Bkz Ural, Ş. (2019) 7 “hakikat” kavramı artık sarsılmaz bir konumda değildir; çünkü her birey kendine göre bir hakikat anlayışına sahiptir.
Hızla gelişen ve değişen ekonomik koşulların toplumlar arasındaki uçurumu arttırması, siyasi gücün, bilimsel çalışmaların ve teknolojik gelişimin sınır tanımayan noktalara gelmesi, devletler arasındaki ilişkilerde hukukun ortadan kalkması, askeri gücün yaptırım sınırlarının hak ve adalet kavramını ortadan kaldırması, değerlerin içlerinin çürümesine sebep olmuştur. Özellikle de referans olarak kullanılan temel değerler erimiş ve kullanılabilir olmaktan çıkmıştır. Güçlü olanın haklı olması, değerlerin dayanaklarını ortadan kaldırmıştır; çıkarların yönlendirdiği güç yapışkan bir hal almış, bireylerin bağımsız düşünme yetilerini ortadan kaldırmıştır. Bu koşullar altında, kavramaların içeriğini kendi hakikat tanımına göre inşa edebilen bireyler, dili de isteklerini dikte etme aracı olarak kullanma olanağına kavuşmuşlardır.
Konuşma dili, yukarıda da işaret edildiği gibi, bilgileri koruma, çoğaltma ve aktarma aracıdır. Bu görevin yerine getirilebilmesi için kavramların ortak bir içeriğe sahip olması gerekir. Bireyler, ortak içerikleri, dili öğrenme süreci içinde oluşturulurlar; içeriğin kendisi, tarihi, sosyal, ekonomik, bilimsel çalışma gibi etkenler tarafından biçimlenir. Diğer bir ifadeyle çağın fizik dünya algısı ve o toplumun tarihini biçimleyen ontolojinin varsayılan özellikleri, her bireyin kişisel ontolojisi üzerine, yani bir öznellik üzerine inşa edilir. Dil; bireylerin kendi eğitimleri, bilgi ve becerileri, tercihleri, inançları, çıkarları vs aracıyla oluşturduğu ‘kişisel ontolojinin taşıyıcısıdır. Dolayısıyla konuşma dili hem bir iletişim ve dolayısıyla anlaşma aracı özelliğine sahiptir hem de anlaşmazlıkların gerekçesini oluşturur.
“Barış” denilince, geleneksel olarak, bir savaşın sona erdirme süreci anlaşılır. Günümüzde ise sürekli barışları, bitmeyen savaşlarla birlikte yaşamaktayız. Çünkü savaşlar bilim, teknoloji, kültür, ekonomi, politika üzerinden yapılmakta; bu alanlarda güçlü ülkeler kendi barış anlaşmalarını dikte etmektedirler. Dolayısıyla bir “savaş”ın kazanılması, sadece güçlü bir orduya sahip olmakla elde edilmemektedir. Güçlü bir ordu, geleneksel bir savaşın kazanılmasının teminatıdır; fakat her ülkenin sürekli kazanması gereken, hiç bitmeyen savaşlar vardır. Bu savaşlar, toplumun önce kendi “barış anlaşmasını” yapmasıyla kazanılabilir. Böyle bir barışın, günümüzde, kişilerin bireysel ontolojilerini bir kenara bırakmalarını talep ederek sağlanması mümkün görünmemektedir.
Referanslar
Ural, Ş. (2017), https://www.safakural.com/makaleler/sokak-sehir-ve-insan
Ural, Ş. (2019), Solipsizm, Vernon Press
Comments