top of page
Yazarın fotoğrafıBarış Kapukıran

LACRİMOSA: Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek...

“Tüm insani algılara ve duyum alanına yönelik bir disiplin olan estetik, bedene ilişkin bir söylem olarak ortaya çıkar. Teorik olanın tiranlığını ilan eden klasik felsefenin göz ardı ettiği toplumun bedensel, duyumsal yaşamını; yani yaşamın deneyimsel yönünü felsefi düşüncenin başat kavramlarının içine sokma girişiminde bulunur. Aklın genellikleri ile duyguların tikellikleri arasında gezinirken duyumsal alanı aklın hizmetine sokmaya çalışmaktan geri duramaz ama...Yine de estetik, algı ve deneyim dünyasının sadece soyut tümel yasalardan çıkarsanamayacağının farkındalığına sahiptir.


Kant'ın ahlak ile duyusallık arasında yaptığı sert ayrımı reddeden Hegel, bilişsel, duygusal ve pratik olanı kapsayacak bir “akıl” fikrini benimser. Akıl ile deneyim arasında durmaksızın gidip gelen bir praksis olması gerektiğini düşünür. Hegel, akıl ile bedenin duygulanımları ve arzuları arasında bir bağlantı kurarak, aklı bir anlamda “estetik”leştirir.”


Kar ve tipi nedeniyle yolun bazı bölümleri yer yer, zaman zaman kapandığından İskenderun'a ulaşmamız 20 saati buldu. Teknik bilgimiz olmadığı için arama kurtarma çalışmalarına katılamadık. Bir arkadaşımızın kardeşi ve evlatlarından biri canlı, diğer evladı ve eşi cansız olarak enkaz altından çıkarıldığından hastaneler ve cenaze evi arasında mekik dokuduk. Bu yüzden deprem bölgesine ilişkin gözlemlerim sınırlı ve bilgimin kaynağı daha çok depremi yaşayan insanların aktarımlarına dayanıyor.


Arkadaşımızın Adana Balcalı Üniversite Hastanesi'nde yatan iki yaşındaki yeğenini ziyaret ettikten sonra, İskenderun'daki Özel Gelişim Hastanesine geçtik. İskenderun'da bulunan devlet hastanelerinden ikisi deprem nedeniyle yıkıldığından depremzedelerin akın ettiği hastanenin bahçesi, yakınlarından iyi haber bekleyen insanlarla doluydu. Bahçenin bazı bölümlerinde ısınmak amacıyla yakılan ateşlerin etrafında toplanan insanlar, acil servisin önünde yükselen çığlıklara dikkat kesiliyor; çığlıklar yükseldiğinde hızla acilin kapısının önüne hareketleniyordu.


Yorgunluğumuzu biraz olsun alması ve bizi dinç tutması için bir bardak çay içmek istediğimizde, hastanenin kafesinde içecek bir şişe suyun bile kalmadığını gördük. İnsanlar bir yandan acılarıyla bir yandan yoklukla sınanıyordu. İlk gün için arama kurtarma ekiplerinin çok geç organize edildiğini ve halkın kendi çabasıyla enkaz altından insanları kurtarmaya çalıştığını zaten yoldayken yaptığımız telefon görüşmelerinden dolayı biliyorduk ama hiç değilse insanların temel ihtiyaçlarını karşılayacak yiyecek, içecek, barınma noktalarının çoktan hizmete girmiş olması gerekiyordu. Bunu yapmak büyük bir organizasyon yeteneği gerektirmiyordu. Deprem için kurulan fonların ve deprem vergisi kesintilerinin her ilde kurulan afet merkezlerinde bulunması gereken malzemeleri hayli hayli karşılayabileceğini düşünürsek; her mahalleye, her hastaneye temel ihtiyaç noktalarının kurulması çok da beceri isteyen bir iş olmamalıydı. Ama iş bununla da kalmadı. İskenderun'da ayakta kalan son büyük hastane için de boşaltma kararı çıkınca, gece dört civarında Dörtyol Devlet Hastanesine sevk edilen hastamızın peşinden gittik. Adana İskenderun arasındaki benzinliklerde ve İskenderun'da yakıt bulamadığımızdan Dörtyol'dan yakıt ihtiyacımızı karşılaşmış olmak bile acil durumlara karşı içimizi rahatlattı.


Akıl tutulması yaşandığını gözlemlediğimi söyleyebilirim. Aklın organize edici, tümelleştirici gücü devre dışı kalmış olmalıydı ya da bedensel, duyumsal yaşamı umursayacağına çıkarlarını, alacakları rantı umursayan bir tür araçsalcı akla sahip, beceriksiz ve duyarsız iktidar sahipleri söz konusuydu ve bunların yapabileceği de ancak buydu. Algı ve deneyim dünyasının sadece soyut tümel yasalardan çıkarsanamayacağının, depremler daha doğrusu doğal afetler için çıkarılan kanunların, yasaların (biçimsel olarak mükemmel olsalar bile) tek başlarına uygulamada bir işe yaramayacağının somut örneği gözlerimizin önündeydi. Kanunlar ve yasalar, onları uygulayabilecek maddi unsurlara sahip olunmasını gerektirir. Deprem vergileri, otobanlar yapması (ki çatlayan ve kullanılamaz hale gelenler yardım ulaşmasını geciktirdi) için yandaş müteahhitlere aktarıldığında, konunun uzmanı olmamasına rağmen arama kurtarma ekiplerinin başına liyakatsız insanlar geçirildiğinde, yandaşların ekonomik çıkarları halkın yaşamından daha çok önemsendiğinde karşımıza çıkan manzara ne yazık ki bu oldu.


Bu tür felaketlerde yetersiz kalınacak durumlar elbette olur. Ama yetersizlik, doğrudan kurumların yapısından ve iktidar sahiplerinin anlayışından kaynaklandığında, doğal olarak bir kaos ortamı belirir. Herkesin kendi başına iş görmeye çalıştığı (halkın kendi başına yakınlarını kurtarmaya çalışması, kendi ihtiyaçlarını düşünerek marketleri boşaltması, bazen diğerlerini umursamayacak şekilde davranması bu kaotik ortamın doğal sonuçlarıdır.) kaotik durumun nedeni doğal afet değil; hem aklını hem de vicdanını yitirmiş sorumlular ve onların içlerini boşalttığı kurumlar. Bunu söylemek siyaset yapmak değil, bir vazife. Bu, neden böyle oldu sorusunu aşan bir sorun tespiti, gelecekte aynı şeylerin tekrar yaşanmaması için bir mücadele çağrısı...


Gerekli hazırlıkların yapılmaması, sözde bu hazırlıklar için toplanan vergilerin dar grupların çıkarları doğrultusunda kullanılması, deprem bölgelerinde devletin merkeziyetçi bir siyasi aygıt olarak işlevini yerine getirememesi sonucunu doğurmuştur. Toplumsal hayatı örgütleyen kurumların başına atanan, uzman olmayan liyakatsız kişiler, halkı kendi başının çaresine bakmaya zorunlu bırakmıştır. Doğal afetin sonuçları ile mücadelenin merkezinde, Rousseau'nun ideal yurttaşının erdemine sahip halkımız vardır. Devletin sorumluluklarını da yüklenmeye, olanaksızlıkları dayanışma ile aşmaya çalışan güzel ve yalnız ülkemizin erdemli yurttaşları...


Terry Eagoleton'a göre, “Bu yurttaşlık erdeminin kökü, doğa durumunda birbirimize karşı deneyimlediğimiz acımadır; ve bu acıma, bir tür özdeşleyimci hayal gücüne dayanır: böyle bir hayal gücü, 'kendimizi kendimizin dışına taşımakta ve deyim yerindeyse kendi varlığımızı onun varlığına bürünmek için terk ederek acı çeken canlıyla kendimizi özdeşleştirmektedir. Bu yüzden hiç kimse hayal gücünü canlandırmadıkça kendi duyarlı hale gelmez ve kendisini kendi dışına taşımaz.' Estetik olan, yani tüm insani bağlılığın kaynağı, toplumsal ilişkilerin tam da kökünde yatmaktadır.”


Yaşamı tek başına ekonomik ilişkilere indirgediğimizde ise çıkarcılık, insafsızlık, hırsızlık, yolsuzluk alır başını yürür.


Yaptığı durum tespiti dolayısıyla göz altına alınan siyaset bilimcisi ve akademisyen kardeşimiz Özgün Emre Koç'a buradan selamlarımı gönderiyorum. Gözaltından çıktığında yaptığı açıklamada belirttiği gibi; “Ben veya başkaları, milyonlarca insan hakikati söylemeye devam edecek. Yalnız biz de bunu deftere yazdık.”


Kendi amaçları için “duyulur” hayatı hesaba katmayan, hayatı anlamayan hiçbir tahakküm güvenilir değildir. Güvendikleri dağlara karlar yağmaya başladığında tüm bu acıların hesabı elbette kesilecektir.


O güne kadar, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya kadar, lacrimosa, (latince: göz yaşı, gözü yaşlı) özdeşleyimci hayal gücümüzü canlandıracak....


Hayatını kaybeden yurttaşlarımızın anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Unutursak vicdanımız kurusun, kurumaması için göz yaşlarımız vicdanlarımızı beslesin....



95 görüntüleme

Comments


bottom of page