top of page
Yazarın fotoğrafıFelsefe Arenası

Karşılıklı Ötekilik

Güncelleme tarihi: 26 Eyl 2023

Simone de Beauvoir için özgürlük ve farklılık


1932'de bir akşam Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre ve eski okul arkadaşı filozof Raymond Aron'la birlikte Montparnasse'daki bir barda bir şeyler içmeye gider. Üçü de hevesle, mekanın spesiyalitesi olan kayısı kokteyllerinden sipariş eder. Berlin'de bir yıl felsefe okuduktan sonra Paris'e yeni dönmüş olan Aron elindeki kadehi göstererek aniden şöyle der: "Eğer bir fenomenologsanız, bu kokteyl hakkında konuşabilir ve bundan felsefe çıkarabilirsiniz!" Beauvoir'a göre Sartre'ın " heyecandan beti benzi attı". Yapmak istediği şey tam olarak buydu: "Nesneleri gördüğü ve dokunduğu gibi tanımlamak ve bununla felsefe yapmak."


Fenomenoloji - Husserl ve Heidegger'den sonraki felsefe geleneği - öz ve ontoloji sorularını bir kenara bırakır ve bunun yerine fenomenleri belirli bir öznenin onları deneyimlediği gibi kavramaya çalışır. Algı ve deneyimle ilgilenen bir felsefe, Sartre'ın edebiyat ve felsefe arasındaki uçurumu daraltmasına ve bazen cinsiyetçi de olsa, betimlemeler, anekdotlar ve öykülerle dolu felsefi metinler yazmasına olanak tanıyacaktır: garsonculuk oynayan bir kafe garsonu, ilk randevusu için kafeye giden bir kadın, bir otel koridorundaki anahtar deliğinden dikizlerken yakalandığında utanç içinde kalan bir adam.


Beauvoir, Aron'un sözlerinin kendisini nasıl etkilediği hakkında bir şey söylemez, ancak fenomenoloji onun çalışmaları için de bir köşe taşı olmuştur. En ünlü kitabı İkinci Cinsiyet'te, "kadın"ı tanımlamaya yönelik geleneksel felsefi girişimleri şiddetle reddeder ve fenomenolojik tarzda kendi algılarına, 1940'ların sonunda Paris'te yaşayan bir kadın olarak kendi deneyimlerine dönerek yeniden yola çıkacağını ilan eder. İkinci Cinsiyet'in "Yaşanmış Deneyim" başlıklı bölümünde kadınların romanlarından, anılarından, mektuplarından ve günlüklerinden bolca alıntı yapılması tesadüf değil.


Bize dünyayı çeşitli kadınların gördüğü şekliyle gösteren Beauvoir, bir ev kadınının toz ve kirle mücadelesini, manyak temizlikçinin kendisini iyi ve kötü arasındaki Manichean mücadelenin kahramanı olarak göstermesine izin veren bir faaliyet olarak tanımladığında olduğu gibi, onların deneyimlerinin ve algılarının felsefi uygunluğunu ortaya koymaktadır. Bu tür deneyimleri anlamlandırmaktan aciz bir felsefenin anlamsız olacağını düşünüyordu. Onun için felsefe hayatı deneyimlemenin bir yoluydu: on sekiz yaşındayken günlüğüne not ettiği gibi, "Duygularıma mantığımı, fikirlerime de doğallığımı kattım." İkinci Cinsiyet'in yayınlanmasından bir yıl önce, 1948'de, en sevdiğim alıntılarından birini yazacak kadar ileri gidecekti: "Gerçekte, felsefe ve yaşam arasında boşluk yoktur."


Öğrenci günlüğünde arkadaşı Maurice Merleau-Ponty ile aralarındaki farklar üzerine düşünürken, "onun zihninde yaşadığı sorunları ben kollarım ve bacaklarımla yaşıyorum" diye not düşer. Aynı ay bu günlüğü okuyan on dokuz yaşındaki Beauvoir, " Yaşamaya başladığımda hissettiğim şey neredeyse her zaman bu ben ve öteki karşıtlığıdır" sonucuna vardı. Felsefenin yaşanmış deneyimle başlamasını istiyordu ve yaşanmış deneyimin onu en başından beri takıntı haline getiren yönü ötekilikti.


Beauvoir'ın Öteki tartışmaları üzerine yaptığı çalışmaların önemi açıktır. İkinci Cinsiyet'te bu kavramı kullanması çığır açıcı olmuştur. Ondan önce hiç kimse ötekilik kavramını kadınlarla ilişkili olarak politikleştirmemişti ve kadınların bedenlenmiş ötekiliği üzerine yaptığı çalışmalar Frantz Fanon'un Siyah Deri, Beyaz Maskeler'inin yolunu açtı. Şimdilerde "Öteki" fikri her yerde karşımıza çıkar hale geldi. İngilizce'de bu kelime uzun zamandır fiil olarak kullanılıyor ve genellikle olumsuz çağrışımlar yapıyor: "Beni ötekileştirme!" Nesneleştirme ve yabancılaştırmayı çağrıştıran bu kelime, cinsiyetçilik, ırkçılık ve emperyalizm tartışmalarında öne çıkmaktadır. Kadınlar, Siyahlar ve postkolonyal öznelerin hepsinin farklı biçimlerde Öteki olarak görülmenin etkilerini deneyimledikleri söylenir. Sadece onlar da değil, çünkü günümüzde baskı, ayrımcılık ve dışlama üzerine yapılan her konuşma genellikle bir noktada Öteki fikrine başvuruyor. Ancak bu tür konuşmalar genellikle bir başkası için öteki olmanın ne anlama geldiğinin çok basit bir şekilde anlaşılmasıyla engellenmektedir. Bunun sonucunda da, sanki her zaman nesneleştirme ya da sömürüye yol açıyormuş gibi, ötekilikle ilgili çok olumsuz bir fikir ortaya çıkar. Beauvoir'ın 1940'lardaki yazılarına bakarsak, kavram hakkında daha incelikli tartışmalar yapmamızı sağlayan bir dizi farklı ötekilik kavramı bulacağız.


Beauvoir bize ötekiliğin birleşik, katı bir şekilde tanımlanmış ve sınırlandırılmış bir kavram olmadığını öğretir. Aksine, birçok ötekilik biçimi vardır ve bunların hepsi kötücül değildir. Bir Wittgensteincı, Beauvoir'ın ilk romanı Konuk Kız (1943) ile bir ötekilik grameri oluşturmaya başladığını söyleyebilir. Wittgenstein (Beauvoir'ın hiç okumadığı bir filozof) "gramer" derken bir terimi ya da ifadeyi kullanmanın farklı yollarına dair net bir genel bakışı kasteder. Bunu, ötekilik arazisinin bazı kısımlarının bir haritası olarak düşünün, ötekilik örgüsünün bazı parçalarını açıklığa kavuşturmaya yönelik bir girişimdir. Bu tür çalışmalar "davetkâr"dır - okuyucuyu yazarın gördüklerini görmeye davet eder, daha fazla tartışmayı olumlu karşılar ve başkalarını devam etmenin yollarını bulmaya, belki de yeni araziyi haritalandırmanın, daha fazla çizgiyi netleştirmenin yollarını bulmaya teşvik eder. Beauvoir'ın "ötekiliğin gramerine" yaptığı katkılar bize ötekilik deneyimlerinin çeşitliliğini hatırlatır ve "Öteki", "ötekilik" veya "başkalık" hakkında konuştuğumuzda ne demek istediğimizi açıklığa kavuşturmaya çalışır.


Bir düşünür olarak hayatının başından beri Öteki sorusuna takıntılı olmasına rağmen Beauvoir, Konuk Kız'ın yayınlanmasına kadar düşüncelerine şekil ve biçim vermekte zorlandı. Konuk Kız'ın konusu Ekim 1938'de, Münih anlaşmalarından hemen sonra başlar. Beauvoir basit bir hikâye anlatır: Françoise ve Pierre adında tanınmış bir çift, Xavière adında genç bir kadını taşradan ayrılıp Paris'te kendilerine eşlik etmesi için davet eder. Kısa süre sonra bir üçlü oluşturmaya karar verirler. Şiddetli bir solipsizmden muzdarip olan Françoise, Xavière'i çekici ama önemsiz bularak başlar. Pierre Xavière'den giderek daha fazla etkilenmeye başladıkça, Françoise onu düşmanca bir varlık, kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak algılamaya başlar. Kaçınılmaz olarak, bu deneme kötü sonuçlanır. Françoise erkek arkadaşıyla yattığını öğrendiğinde Xavière'i öldürür.


Konuk Kız metafiziksel "olmanın" ve "fikirleri hissetmenin" nasıl bir şey olduğunu aktarır. Özellikle etkileyici bir sahnede Beauvoir, Françoise'ın saf ötekilik deneyimini aktarmaya koyulur. Üçlü bir İspanyol gece kulübüne gitmiştir ve burada Xavière bir sigarayla kendini kasten yakar. Xavière "histerik bir coşkunun pençesine düşecek" kadar bu deneyime kendini kaptırmıştır. Aynı şekilde kendinden geçmiş olan Françoise onu dehşet içinde izler:


Az önce kendisini bir delinin gülümsemesiyle ele veren bu düşmanca varlık gittikçe yaklaşıyordu: Artık onun dehşet verici ifşasından kaçmanın hiçbir yolu yoktu. Françoise günden güne, dakikadan dakikaya tehlikeden kaçmıştı; ama artık her şey bitmişti: En sonunda, ilk çocukluğundan beri karanlık bir önsezi olarak hissettiği bu aşılmaz engelle yüz yüze gelmişti. Xavière'in manyakça zevki, nefreti ve kıskançlığı sayesinde skandal ortaya çıkmıştı, ölüm kadar korkunç ve nihai bir şeydi. Françoise'ın karşısında, ama ondan ayrı olarak, temyizi olmayan bir hüküm gibi bir şey vardı: özgür, mutlak, yenilmez, yabancı bir bilinç beliriyordu. Ölüm gibiydi, tam bir olumsuzlama, ebedi bir yokluk ve yine de şok edici bir çelişkiyle bu hiçlik uçurumu kendini kendine sunma, tamamen kendisi için var olma gücüne sahipti: tüm evreni yutuyordu ve dünyayı sonsuza dek kaybetmiş olan Françoise, hiçbir kelimenin, hiçbir görüntünün tanımlayamayacağı şekilsiz, sonsuz bir boşluğun içinde eriyordu.


Xavière artık şu ya da bu kadın değil, Gotik korku ve dehşet imgeleriyle, cinsel tehdit, boğulma, klostrofobi ve ölüm imgeleriyle betimlenen Öteki'nin saf varlığı haline gelmişti. Françoise kendi kendine, "güzel bir yüze" sahip gerçek bir insan bedeninin böylesine "kepaze bir varlığı" barındırmasının nasıl mümkün olduğunu sorar. Xavière'i hayatının "sadece bir parçası" olarak düşünmüştü, ama şimdi, bu anda, Xavière "tek egemen gerçekliğe" dönüşüyor - ve Françoise da kendi varlık duygusunu kaybediyor, sanki bir görüntüden başka bir şey değilmiş gibi giderek daha da önemsiz hissediyor. Xavière'in tehditkâr Ötekiliğine hipnotik teslimiyeti onun varoluş duygusunu yok eder. Saf ötekilik, büyülenmiş ve dehşete düşmüş özneyi alt edip yok eder.


Françoise'ın büyülenmiş, içine çekilmiş, yutulmuş olduğu vurgusu bana bir kurguya ya da bir filme kapılıp gitme deneyimini düşündürüyor. Beauvoir, sahneyi flamenko dansçılarının pist gösterisi yaptığı bir gece kulübünde kurarak gösteri temasının altını bile çiziyor. Ancak Françoise, bir okuyucunun bir romana zevkle dalmasından farklı olarak, Xavière'in gösterisine dalmasını bir yok oluş biçimi olarak deneyimler: o hiçbir şeydir, Xavière ise her şey. Metafiziğin ya hep ya hiç yaklaşımına kapılan Françoise, kendini eşit derecede yaşanmaz iki konum arasında bir tahterevalli üzerinde bulur. Mantık dehşet vericidir: Xavière'in Öteki olarak salt varlığı Françoise'ı yok ediyorsa, Françoise da hayatta kalmak için Xavière'i yok etmelidir.


Konuk Kız, tüm sosyal ve psikolojik kategorilerin ardında, dilin ve kimliğin ve etik kategorilerin ötesinde, saf ötekilik ya da metafizik ötekilik deneyimini aktarmak için muazzam bir çabadır. Tam da Françoise'ın içgüdüsel deneyimi akıl ve yargıdan önce geldiği için, romanın üslubu ahlaki kaygılardan tamamen kaçınır. Sonuç, etik fikrini yadsıyan bir güç olarak Öteki'nin tasavvurudur.


Romanın ilk bölümünün sonunda, Öteki'yle yüzleşmesi sonucunda Françoise zatürreye yakalanır. "Hareketsiz bir kütleye, hatta organize bir bedene" indirgenen bu deneyim, kimliğinin son kalıntılarını da elinden alır. Françoise gazı açarak Xavière'i bilinçsiz bir bedene, boş bir forma dönüştürür. Her iki durumda da akciğerlere saldırılması tesadüf olmayabilir: boğarak öldürmek, kurbanı sadece nefesten değil, sesten de mahrum bırakmaktır.


Romanın en sonunda Françoise, Xavière'in yan odasındaki gazı açtığının farkında olarak yatağa gider. Xavière hâlâ uyumaktadır ama Françoise onun asla uyanmayacağını bilmektedir:


Yatakta hâlâ canlı bir beden vardır ama o artık hiç kimsedir. Artık kimse yoktur. Françoise yalnızdır.


Tek başınadır. Tek başına hareket etmiştir. Ölürken olduğu kadar yalnızdır. Pierre bir gün öğrenecektir. Ama onun bu hareketini o bile sadece dışarıdan bilecektir. Kimse onu kınayamaz ya da aklayamaz. Eylemi yalnızca ona aittir. "Bunu isteyen benim." Gerçekleşen onun iradesidir artık hiçbir şey onu kendinden ayıramaz. Sonunda seçimini yapmıştır. Kendini seçmiştir.


Xavière'in öldürülmesi tamamen metafizikseldir. Hegelci epigraf, "Her bilinç diğerinin ölümünü arar", bizi bunu Hegel'in bir ölüm kalım mücadelesi içindeki bir özne olarak özbilince ulaşma fikrinin bir yansıması olarak okumaya davet ediyor. Yine de Xavière'i gazla öldürmenin bir Öteki'yle gerçek bir mücadeleyi nasıl örneklediğini görmek zor. Françoise'ın diyalektiğe hiçbir zaman gerçekten girmediğini söylemek istiyorum. Ya da belki ilk adıma, ölüm kalım mücadelesine neredeyse ulaşmış olsa da, asıl yüzleşmeden kaçtığını söyleyebiliriz. Ama eğer bu doğruysa, Xavière'i öldürmenin onun solipsizminden, başkalarıyla kendi başlarına özgür özneler olarak ilişki kurma yeteneksizliğinden kurtulmasını sağlayacağı açık değildir.


Beauvoir anılarında, cinayeti yazma eyleminin, ötekinin nihai yok edilme eyleminin, onun için bir "ayrılık" deneyimi, sonlu bir varoluş olarak kendisinin bir deneyimi olduğunu yazar. Ancak kişinin kendi sonluluğuyla yüzleşmesi, solipsizmden kaçınmak anlamına gelmez. Romanda Françoise'ın "ayrılığı", Pierre ile bir oldukları [on ne fait qu'un] şeklindeki sürekli nakaratla belirgin bir tezat oluşturur. Bu anlamda Pierre, Françoise için hiçbir zaman bir Öteki olmamış, aksine kendisinin bir uzantısı olmuştur. Pierre'in düzenli olarak ilişkileri olsa da, Françoise için diğer kadınlar kendi evreninin kenarındaki önemsiz lekelerdir. Ona sonlu, ayrı, kendi arzularından, sözlerinden ve eylemlerinden sorumlu olduğunu öğretmek için üçlünün deneyi ve özellikle Xavière'in ötekiliği deneyimi gerekir - Xavière'in öldürülmesi saf bir özgürlük eylemi olarak durur. Sonunda kendi kendisinin kadınıdır.


İkinci Dünya Savaşı ve özellikle Fransa'nın Alman işgali, Beauvoir'ın ötekilik araştırmasını daha politik bir yöne çevirmesine neden oldu. "Pyrrhus ve Cineas" (1944) adlı denemesinde ve "Başkalarının Kanı" (1945) adlı romanında soru artık "Başkaları nasıl olabilir?" değil, "Başkalarıyla nasıl yaşamalıyım?" sorusudur. Beauvoir başkaları ya da "öteki" hakkında soyut ve genel terimlerle ahkam kesmenin, örneğin "tüm insanlar benim kardeşimdir" ya da "herkese yardım etmeliyiz" demenin cazibesini reddeder. Aslında her şeyi yapamayız. Belirli bir eylem seçmemiz gerekir. Peki kime yardım edeceğiz? Genelleyici ahlaki iddialar, yardımımıza ve dayanışmamıza ihtiyaç duyan çok sayıdaki diğerleri arasından seçim yapmamız için bize herhangi bir kriter sunmaz: Beauvoir, "Eğer tüm insanlar benim kardeşimse, artık hiçbir insan benim kardeşim değildir" diyor. Anlamlı bir seçim ancak belirli durumlarda mümkündür: "Eğer tüm durumların dışına çıkarsam, her durum bana eşit derecede kayıtsız görünür." Bu nedenle "iyi" olmaya yönelik belirsiz bir istek, dünyada eylem için bir yol haritası olarak işe yaramaz.


Eğer ahlaki ya da siyasi tercihler yapacaksam, diğer insanların benim için somut olarak var olması gerekir: "Onlar benim için ancak onlarla bağlar kurduğumda ya da onları komşularım haline getirdiğimde var olurlar. Benim projemin onlarınkiyle uyuşmasına ya da çelişmesine göre müttefik ya da düşman olarak var olurlar." İnsanlarla "bağ kurmak", onlarla birlikte çalışmak ya da onlara karşı mücadele etmektir; kısacası, onlarla somut olarak ilişki içinde olmaktır. Bu ötekilik anlayışı, ötekini kendi tarihsel ve toplumsal özgüllüğü içinde konumlandırır. Aynı zamanda etik çıkarımlar açısından da zengindir.


Her iki metin de bir hizmetçinin çocuğunun ölümünü kilit bir örnek olarak kullanır. Başkalarının Kanı'nda, bir matbaa sahibinin sekiz yaşındaki oğlu Jean Blomart, hizmetçilerinin bebeğinin öldüğünü öğrenir. Annesiyle birlikte hizmetçileri Louise'i görmeye gider: "Beşikte gözleri kapalı, beyaz yüzlü bir bebek vardı. Kırmızı fayanslara, çıplak duvarlara, gaz halkasına baktım ve ağlamaya başladım. Ben ağlıyordum, annem konuşuyordu ve bebek ölü kalmıştı." Eve döndüklerinde, akşam yemeğinde baba Jean'ın nesi olduğunu sorar. Anne açıklamaya çalışır: "Onlara hikayeyi zaten anlatmıştı, ama şimdi kelimelerle onlara hissettirmeye çalışıyordu: menenjit, acı dolu gece ve sabah, küçük kaskatı beden." Anne ve babası tarafından yemek yemeye zorlanan Jean, bir türlü yiyemez. Babası onu azarlar: "'Dinle,' der babası, 'Louise'in bebeğinin ölmesi çok üzücü, onun için çok üzülüyorum, ama bütün hayatımız boyunca bunun yasını tutmayacağız. Şimdi acele et!'" Jean yemeğini yer ama sanki bir şeye ihanet etmiş gibi hisseder.


"Pyrrhus ve Cineas "ta Beauvoir aynı örneği kullanarak sorar: Bu dünyada ne yapmam gerektiğini nasıl bilebilirim? Neyi önemsediğimi nasıl söyleyebilirim? Benim için anlamlı eylem ne olabilir? Bir çocuk kapıcının bebeğinin ölümü üzerine ağlar. Ailesi ona bunu aşmasını söyler. Beauvoir için bu tehlikeli bir derstir. Çocuğa dünyaya karşı kendi spontane tepkilerini görmezden gelmesini söyleyerek, ona kendi deneyimlerini ciddiye almamasını öğretmektedirler. Ancak şaşırtıcı ve potansiyel olarak yabancılaştırıcı bir dünyada bizim için neyin önemli olduğunu keşfedeceksek, ne hissettiğimize ve ne yaptığımıza dikkat etmemiz gerekir. Beauvoir, "Ben her şeyden önce bir şey değil, arzulayan, seven, isteyen, kendiliğinden hareket eden biriyim," diye yazıyor. "'Bu küçük çocuk benim kardeşim değil. Ama onun için ağlarsam, o artık benim için bir yabancı değildir. Buna benim gözyaşlarım karar verir. ... Benim olan şey, bu nedenle önce benim yaptığım şeydir." Aslında neyi önemsediğimizi soğukkanlı ve rasyonel bir şekilde seçmeyiz. Kendimizi önemserken buluruz. Spontane tutkularımız, duygusal yoğunluklarımız ve arzularımız bize neyin bizim için önemli olduğunu söyler. Beauvoir, kişinin tutkularını ve arzularını feda etmesinin yabancılaşma riski taşıdığına inanır. Bu nedenle bir kişinin dünya deneyimi edinmesini ve dolayısıyla neyi önemsediğini keşfetmesini engellemek bir baskı biçimidir. Ancak eylemlerimizin ve arzularımızın bize söyledikleri konusunda da yanılabiliriz; fikrimizi değiştirebiliriz; bağlılıklarımız değişebilir. Beauvoir'a göre bu doğaldır, çünkü insanoğlu sürekli bir oluş halindedir.


Beauvoir hem "Pyrrhus ve Cineas" hem de Başkalarının Kanı'nda tasarılarımızın anlamlı olabilmesi -kendi deyimiyle "varlığımızın temellendirilmiş ve gerekli olabilmesi"- için başkalarına ihtiyacımız olduğunu gösterir. Başkalarının olmadığı bir dünyada hiçbir şeyin önemi olmaz. "Pyrrhus ve Cineas" bize kendi seçimlerimizi anlamlı kılmak için başkalarına ihtiyacımız olduğunu ve onların da bizim projelerimize özgürce karşılık vermeleri gerektiğini öğretiyor. İki kahraman, özgürlüğün getirdiği ıstırap ve sorumluluğu kabul edip diğerleriyle sıkı sıkıya bağlı bir Direniş grubuna katıldıklarında varoluşsal bir anlam bulurlar. Başkalarının hem özgür özneler (kendileri için) hem de nesneler (başkaları için) olduğunu öğrenmişlerdir. Beauvoir artık Öteki'ni soyut metafizik bir düşman olarak hayal etmek yerine, özgürlüklerini belirli tasarılarda kullanmaya kararlı karakterler yaratıyor. Zorla verilen yanıtların hiçbir değeri olmadığından, başkalarının dünyada hareket edebilmeleri için gerekli olan somut özgürlükleri (örneğin sağlık, eğitim, refah, boş zaman) kazanmaları için mücadele etmeliyim. O halde tasarılarımız başkalarının özgürlüğüne yönelik çağrılardır, çünkü onların özgür tepkileri olmaksızın eylemlerimizin hiçbir anlamı olmayacaktır.


Beauvoir İkinci Cinsiyet'te ünlü bir şekilde "Kadın Ötekidir" demiştir: "O [erkek] Özne'dir, o Mutlak'tır- kadın ise Öteki'dir." Bu metafizik bir açıklama değildir (Konuk Kız'a geri dönmedik) ne de basitçe kadınların tikel ötekiler olduğuna dair bir ifadedir (Pyrrhus ve Cineas'a geri dönmedik). Daha ziyade, bir grup insanın doğuştan itibaren Öteki kategorisine hapsedildikleri, ikincil varlıklar olarak tanımlandıkları, varoluşları başka bir gruba göre olan yaratıklar oldukları bir duruma yerleştirildikleri iddiasıdır. Bu anlamda ötekilik ne metafizik bir kavram ne de belirli bir kişidir; bir ideoloji ya da Beauvoir'ın deyimiyle bir "mit "tir.


Beauvoir, kadınların durumunu karakterize eden ötekiliğin oldukça özel bir tür olduğunu vurgular: onlar, diye yazar, "karşılıklılığı olmayan mutlak Öteki"dir. Burada Hegel'e gönderme yapmaktadır, çünkü efendi-köle diyalektiğinin mantığına göre köle bir gün efendi olabilir. Ancak "mutlak Öteki" diyalektiğe hiçbir zaman dahil olmaz. Başka bir deyişle: Erkek [mutlak] Özne, Kadın ise [mutlak] Öteki'dir.


Karşılıklılık fikri aynı zamanda Beauvoir'ın The Ethics of Ambiguity (Belirsizlik Etiği, 1947) adlı makalesine de dayanır; Beauvoir bu makalede insanın varoluşsal belirsizlikten kaçma eğilimini analiz eder, buna aynı anda hem özne hem de nesne olmamızdan kaynaklanan belirsizlik de dahildir. İkinci Cinsiyet'te bu fikir, ataerkilliğin erkeklere ötekiliği ve nesneliği kadınlara yansıtarak belirsizlikten kaçma seçeneği sunduğu iddiasıyla yeniden ortaya çıkar.


Ancak sıradan insan ilişkilerinde hiç kimse mutlak öteki değildir. Başkalarıyla etkileşime girdiğimizde, ister dostluk ister düşmanlık içinde olalım, karşılıklılık ortaya çıkmak zorundadır. Beauvoir'a göre, "bireylerin ve grupların er ya da geç ilişkilerinin karşılıklılığını kabul etmekten başka seçenekleri yoktur." Karşılıklılığı kabul etmek, ister dost ister düşman olarak muhatap olduğumuz diğerlerinin de en az bizim kadar özgür, en az bizim kadar eyleme ve düşünmeye muktedir olduğunu kabul etmektir.


Bu da "karşılıklılık" kelimesinin kulağa "tikel ötekilik" ile çok benzer gelmesine neden olur. Yine de "karşılıklılık" kelimesi "Pyrrhus ve Cineas"ta geçmez. Beauvoir basitçe herkesin diğer herkes için özne ve nesne olduğunu anlamamız gerektiği fikrini mi tekrarlıyor? Gördüğüm kadarıyla "karşılıklılık" bundan daha fazlasını ifade ediyor. "Pyrrhus ve Cineas" hiçbir siyasi analiz sunmuyor. Onun "belirli ötekileri" birbirine eşit ve eşit derecede özgür (metafizik düzeyde) olarak hayal edilen öznelerdir. İkinci Cinsiyet'te Beauvoir, ataerkilliğin kadınların sıradan, tikel ötekiler olmalarını engellediğini tekrar tekrar gösterir. (Bu, Beauvoir'ın ataerkilliğin kadınların "evrensele erişimini" reddettiğini belirtirken kastettiği şeyin bir parçasıdır.) Bu bağlamda, "karşılıklılık" yeni, özellikle siyasi bir kullanım kazanır. Bu sözcük ataerkillik altında neyin eksik olduğunu sürekli hatırlatır hale gelir. İkinci Cinsiyet'te "karşılıklılık" kadınların gelecekteki özgürlüğünün olmazsa olmazı, aynı zamanda "mutlak ötekilik" ideolojisinin karşıtı ve eleştirisi haline gelir.


O halde, karşılıklılık ve mutlak ötekilik arasındaki ayrım, İkinci Cinsiyet'in anlaşılması için çok önemlidir. Yine de bir çelişki yaratıyormuş gibi görünebilir. Beauvoir hem karşılıklılığın başkalarıyla etkileşimlerden doğmak zorunda olduğunu hem de ataerkillik altındaki kadının Mutlak Öteki olduğunu nasıl iddia edebilir? Sonuçta, cinsiyetçi toplumlarda bile, erkekler ve kadınlar genellikle birlikte çalışır ya da sömürü ve baskıya karşı yan yana mücadele eder. Aile içindeki gündelik yaşam da erkeklere kadın partnerlerinin özgürlük ve eylemliliklerini keşfetmeleri için bolca fırsat verir. Beauvoir'ın kendi argümanına göre, bu tür ilişkilerden doğal olarak karşılıklılık kabulleri ortaya çıkmalıdır. Hatta Beauvoir kendi deneyimlerine göre bazı erkeklerin kadınlarla karşılıklılık içinde ilişki kurmayı başardığını da belirtmektedir. O zaman neden kadının Öteki olarak görülmesinde diretmektedir?


Beauvoir mantıksal bir hata yapmıyor; daha ziyade cinsiyetçiliğin tam kalbinde yer alan büyük bir çelişkiyi teşhis ediyor. "Mutlak ötekilik" ideolojik bir kavram olmasına rağmen, ne yazık ki toplumsal geleneklere ve uygulamalara karışarak yaşanmış deneyime sızar. O halde cinsiyetçilik, mutlak ötekilik konusundaki ideolojik ısrar ile karşılıklılığın sıradan, pratik kabulünün yerel ve özel koşullarda yine de ortaya çıkma olasılığı arasındaki bir gerilim olarak var olur. Bazı kadınlar karşılıklılığı asla deneyimlemeyebilir; diğerleri ise ataerkillik altında bile deneyimleyecektir. İşte bu nedenle cinsiyetçilik asla her şeyi kapsayıcı olamaz, çünkü bu gerilimden doğan çelişkiler bilinç yükseltme ve eleştiri fırsatı yaratır.


Beauvoir'ın cinsiyetçiliği son derece çelişkili bir durum olarak anlaması, kadınların neden kendilerine uygulanan baskıyı keşfedip analiz edebildiklerini açıklar. Bu açıdan Beauvoir'ın "mit" kavramı, iktidarı her şeyi kapsayan bir şey olarak sunan son dönem postmodern teorilerden ziyade Marksist ideoloji kavramlarına daha çok benzemektedir. Michel Foucault'dan Luce Irigaray ve Judith Butler'a kadar uzanan kuramcılar, iktidarın genellikle bir tür baltalama, ironik taklit veya altüst etme şeklinde kendi direnişini ürettiği fikrini benimsemişlerdir.


Bu tür teoriler bence son derece iç karartıcı, çünkü gerçek bir değişim için mücadeleyi umutsuz kılıyor gibi görünüyorlar. Buna karşın Beauvoir, neden bazı kadınların cinsiyetçi bir dünyada Öteki olarak konumlandırıldıklarını fark ederken diğerlerinin bunu şiddetle reddettiğini ya da neden bazı kadınların tam da kendilerini yabancılaştırarak ve nesneleştirerek özgürlüklerini savunduklarını anlamamıza yardımcı olur. Bu tür çatışmalar tartışma, anlaşmazlık ve siyasi mücadele için başlangıç noktası olacaktır, ancak umutsuzluk için değil.


O halde karşılıklı ötekilik sadece somut çalışma ve mücadele durumlarında ortaya çıkabilecek ya da çıkmayacak bir şey değildir. Aynı zamanda ütopik ve dolayısıyla siyasi bir hedeftir. Daha önce ezilenler ile onları ezenlerin arasında gerçek bir karşılıklılığın ortaya çıktığı bir noktaya gelemediğimiz sürece kadınlar özgür olamayacaktır. Beauvoir'ın tekrar tekrar erkekler ve kadınlar arasındaki gelecekteki dostluktan, ortak projeler üzerinde birlikte çalışan cinsiyetlerden bahsetmesinin nedeni budur.


Cinsiyetçiliğin çelişkilerinden arınmış bir toplumda karşılıklılık neye benzeyecektir? Ötekinin özgürlüğüne gerçek bir saygının hakim olduğu, cinsiyetçi olmayan bir dünyada nasıl yaşardık? Şu anda, kadınların erkeklerle olan karşılıklılığı, cinsiyetçi ideoloji tarafından sürekli olarak geri alınma tehdidi altındadır. Bir erkeğin bir kadını eşit olarak tanıdığında kendini beğenmiş ve kendinden memnun hissetmesi hala mümkündür, tıpkı bir kadının kendi konumundaki hiçbir erkeğin hak ettiğinden daha fazla olduğunu düşünmeyeceği bir tanınmadan dolayı minnettar hissedebileceği gibi.


Kısmi karşılıklılık fırsatlarıyla karakterize edilen cinsiyetçi bir dünyada, bir erkeğin bir kadına yönelik küçümseyici davranışının cinsiyetçiliğin bir tezahürü mü olduğunu yoksa kadının gerçekten onun reddini hak edip etmediğini söylemek genellikle zordur. Cinsiyetçi olmayan bir dünyada, bir kadının projelerine bir erkek, erkek olduğu ve kadın olduğu için değil, sadece söz konusu konuda gerçekten aynı fikirde olmadıkları için karşı çıkabilir. Aynı şekilde, bugün bir ödül ya da onur alan bir kadın hala bunu hak edip etmediğini ya da çoğunlukla bir cinsiyet kotasını doldurmak için mi seçildiğini merak edebilir. Bu tür bir belirsizlik, günümüzde her tanınma ve karşılık görme anının hala cinsiyetçilik zemininde gerçekleşiyor olmasının bir sonucudur.


İkinci Cinsiyet, Beauvoir'ın özgürlük ve karşılıklılığa olan sarsılmaz bağlılığı ve kadınların artık Öteki olmayacağı bir dünya inşa edebileceğimize olan inancı nedeniyle güçlü bir feminist metin olmaya devam etmektedir. Böyle bir dünyada, erkekler ve kadınlar kendilerini özgürce ve kendiliğinden düşmanlık, husumet ve baskı bağlarıyla değil, dayanışmayla bağlı hissedeceklerdir.


Not: Toril Moi’ye ait bu makale, https://thepointmag.com adlı siteden alınmış ve www.felsefearenasi.com.tr editörleri tarafından Türkçeye çevrilmiştir:

https://thepointmag.com/examined-life/reciprocal-otherness/?fbclid=IwAR3aWU56pwAWvawC-5OjclGYWT5Tc2bWaDdoG_dePQml7RDhW244E-GxYrw




66 görüntüleme

Comments


bottom of page