top of page

Karl Marx ve Friedrich Nietzsche:Güç, Özgürlük ve Güç İstenci


Güçten, güçlüden yana olmak. 12 Eylül darbesinden sonra yaşanan yenilgiyi zihninde işleyip kavramlaştıramayanlar, insan güçten yanadır deyip, kendi yol haritasını belirlemişti. Ve 15 yıl sonra böyle bir söyleme meyil edenler sistemin merkezinde kendine bir yer edinme telaşına düşmüştü. Karl Marx ise, herhangi bir özürcü bahane uydurma yerine kitlenin kitlesel olarak doğru davranmasının koşulu olarak kitlenin eğitilmesi gerektiğine işaret ediyordu.

Bu arada akademide de, ne hikmetse, “Türk akademisyeni güçlüden yanadır” söylemi oldukça yaygındır. Güç, eş deyişle erk ve karar yetkisi kimde ise ondan yana olmak. Ne büyük bir vizyon, ne büyük bir uzak ve geniş görüşlülük! Oysa akademi bilim alanıdır ve bilimin konusu, doğru, iyi ve güzel olanı temellendiren gerçektir. Bilimler gerçeği araştırır ve yerini bunun üzerinden belirleyerek, tarafsızlığı gerçekten yana olmak olarak belirler.

John Locke, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme adlı eserinde gücü değişebilme ve değiştirebilme potansiyeli olarak belirliyor. Buna göre güç, “bir değişiklik yapabilme” ve “bir değişiklik kabul edebilme” olarak iki zıt yönlülüğüyle tanımlanıyor. Locke, Aristoteles’ten esinlenerek gücün bu iki yönlülüğünü, eğer değişiklik yapabilme etkisi söz konusu ise etkinlik ve eğer değişiklik kabul edebilme etkisi söz konusu ise edilginlik olarak betimliyor. Oysa değişiklik kabul edebilme pekâlâ durumun esnek ve dinamik kavranışa ve böylece son derece etkin pratik bir beceriye de işaret edebilir.

Değişiklik yapabilme veya değişiklik kabul edebilme gücü, duyularımızla basit bir şekilde algılanamayan potansiyellerin ortaya çıkarılması ile ilgilidir. Thomas Hobbes’un yeryüzünde örgütlü insanın gücünden daha büyük başka bir güç olmadığını belirtmesi, insanın, doğanın sunduğu güç, araç ve yöntemlere başvurarak doğayı kendi gereksinimlerine göre yeniden yaratmasına ve doğayı böylece yaratırken bir tür olarak kendisini de sürekli yeniden yaratmasına dikkat çekmektedir. Spinoza, güç kavramına dair bu Hobbesçu kavrayışın potansiyellerini Ethica adlı eserinde Latince conatus kavramına başvurarak açığa çıkarmayı denemiştir.

Conatus, var olan şeylerin varlıklarını sürdürebilmek için harcadıkları çabadan başka bir şey değildir. Bu bakımdan var olma çabası, varlığını sürdürme mücadelesi şeylerin özünde (res in suo esse) yatmaktadır. Bu yaklaşımıyla Spinoza, zaman kavramını da devreye sokarak varlığın anlamına dair bir kavrayışı dile getirir. Hiçbir şey kendinde kendisini tamamıyla yok edecek bir şeye sahip değildir. Var olan her şey kendisinde kendi varlığını sonsuzlaştırma eğilimi gösterir. Sonsuzluk Aristoteles’ten beri özgürlük ile eş anlamda alınmaktadır.

İşte, Hegel’in, felsefede artık felsefenin alanını terk etmeden Spinozacı olmaktan başka bir seçeneğin bulunmadığına dair belirlemesi, Spinoza’nın varlığın anlamına dair yapmış olduğu bu özgürlük belirlemesi ile ilgilidir. Bu nedenle Spinoza’nın felsefesini, son yıllarda yaygınlaşan Friedrich Nietzsche’nin bakışıyla güçler savaşının temellendirilişi olarak yorumlama çabaları ta başından beri büyük bir yanılgı içindedirler. Spinoza, varlıkta var olanların varlık mücadelesini, kavramın geniş anlamında özgürlük perspektifi ile tanımlamıştır.

Nietzsche, Charles Darwin’in, varlığını sürdürme mücadelesi ilkesine dayalı doğayı açıklama çabasına karşı güç istenci ilkesini geliştirmeyi amaçlar. Darwin’in, varlığını sürdürme mücadelesi ilkesi, türlerin içindeki ve türlerin arasındaki dayanışma ve özgürlük ilişkisini ilkesel olarak dışlamaz. Hatta Darwin’e göre, kendi içlerinde güçlü dayanışma ilişkileri geliştirebilmiş türler güçlü türler olarak varlıklarını sonsuzlaştırma konusunda başarılı olmuşlardır. Buna karşın Nietzsche, Schopenhauerci irrasyonalizmi temel alarak doğaya irade kapasitesi yükler.

Schopenhauer gibi Nietzsche de kavramın geniş anlamında doğada, ancak bilgi edinme, dolayısıyla gerçeği araştırma ve kavrama kapasitesi olan bir öznede olabilecek iradenin olduğundan hareket eder. Bu bakımdan Nietzsche’ye göre varlığın anlamı özgürlük değil, var olanların birbirine hükmetme istencidir. Bu yaklaşımıyla Nietzsche’nin Schopenhauer’den hareketle geliştirmeyi amaçladığı “istenç metafiziği”, Martin Heidegger’e göre, “Batı metafiziğinin tamamlanması” olarak alınmalıdır. Eş deyişle Platon’dan Descartes’a, Leibniz’ten Kant’a, Spinoza’dan Hegel’e kadar tüm felsefe Nietzsche’nin istenç metafiziğine ve kâinatta hareketin varlığını kabul eden fakat ilkesel değişimi yadsıyan “bengi dönüş” öğretisine çıkmaktadır. Buna göre Nietzsche’nin felsefesi bir bütün olarak tüm felsefe tarihinin doruk noktasıdır.

Heidegger’in bu mutlakiyetçi yaklaşımı, felsefenin mirası uğruna kıran kırana bir savaşın yürüdüğüne işaret eder. Marx (ve Engels) entelektüel çabalarının en erken dönemlerinden itibaren, örneğin Christian Wolff, Kant ve Hegel’i takiben eski metafiziği tarihsel olarak aşılmış bir düşünme tarzı olarak reddederler. Buna karşın Heidegger’in doğru bir şekilde ileri sürdüğü gibi, Nietzsche Kant’ın “eski metafizik” dediğini “dogmatik olan” olarak tanımlayıp bir tarafa atmaz, onu yeniden tesis etmek ister. Oysa Marx açısından tüm metafizik Hegel’in modernleştirdiği diyalektik kuramında kapsanmış ve aşılmıştır. Nietzsche, diyalektik düşünmede, tez ve anti-tez ile çalıştığı için yarı yolda kalır. Fakat Marx (ve Hegel de) tez, anti-tez ve sentez kavramlarıyla çalışırken diyalektiği üç boyutlu olarak kavrarlar.

Heidegger’in yorumunda, Nietzsche’nin özgürlük kavramı ile olan son pozitif ilişkisi de tamamıyla yok olur. Nietzsche, Hegel’in ruhsuz dediği tekilliği ve tekilliği yücelten bir özgürlük kavramına sahiptir. İnsanca, Pek İnsanca adlı eserinde Nietzsche herkesin gerekli veya zorunlu gereksinimlerini tek başına kendisinin gidermesine “tinin ve kişinin özgürlüğü” olarak işaret eder. Marx, Das Kapital’de toplumsal ortak varlığın en temel varlık koşulu olarak her bir kişinin gereksinimlerinin giderilmesinin herkesin gereksinimlerinin giderilmesi olduğuna dikkat çeker. Her bir kişinin gereksinimi herkesin gereksinimi ile ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir. Bu bakımdan Nietzsche’nin özgürlüğe çağrısı aslında, yanlışlıkla Jean-Jacques Rousseau’ya atfedilen vahşete, bir yanılsama olan tekil bağımsızlığa bir çağrıdır. Marx ve Engels ise, örneğin Komünist Manifesto’da “her bir kişinin özgür gelişimini herkesin özgür gelişiminin koşulu” olarak tanımlarken, herkesin özgürlüğünün iç içe geçtiğini ve bunun toplumsal ortak varlığın başka bir temel koşulu olduğunu vurgular. İnsanlığın ulaşmış olduğu uygarlık aşamasında artık kimse kimseden bağımsız değildir. Ama uygarlık ilerletilebilirse herkes herkes ile beraber, birbirine sırtını yaslayarak özgür olabilir ve özgürlük amacına yabancı araçların kullanımına hiçbir şekilde müsaade etmez.

38 görüntüleme

Comments


bottom of page