top of page
Yazarın fotoğrafıFelsefe Arenası

Herakleitos'tan Marx'a Diyalektik Nedir?

Aslen antik bir tartışma yöntemi olan diyalektik, nasıl oldu da 19. yüzyılda merkezi bir felsefi tema haline geldi?


Tarih boyunca, Sokrates öncesi dönemden bu yana, diyalektik filozoflar arasında çok sayıda düşüncenin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kavramın kendisi de farklı yorumlara maruz kalmıştır. Safsata, retorik, Sokratik sorgulama yöntemi, Platon'un duyulur olandan tinsel olana yolculuğu, Aristoteles'in görüşleri incelemesi, Kant'ın aşkın anlayış yanılsamalarını araştırması, Marx'ın kapitalizmden sosyalizme sosyoekonomik aşamaları yorumlaması vb. ile ilişkilendirilmiştir. Bu makalede, antik Yunan'daki kökenlerinden başlayarak modern Batı felsefesindeki gelişimine kadar diyalektik kavramının felsefi evriminin izini sürüyoruz.


Diyalektiğin Felsefi Yolculuğu: Antik Çağdan Modernliğe

Çağdaş filozof Barbara Cassin'in Vocabulary of European Philosophies'de belirttiği gibi, "Diyalektik teriminin tarihi başlı başına hatırı sayılır bir felsefe tarihi oluşturur."

Diyalektik, tarih boyunca farklı düşünce ekolleri tarafından kullanılan bir araç ve ilham kaynağı olarak hizmet etmiştir. Anlamları ve yorumları, bir tartışma ve mantık yönteminden kavramsal veya sosyoekonomik gelişmeyi açıklamaya yönelik bir çerçeveye kadar çeşitlilik göstermiştir.


Filozoflar diyalektiğin gerçekliğe içkin mi yoksa insan zihnindeki bir süreç mi olduğunu ve iki karşıt görüşü mü yoksa bir kavramın iç çelişkilerini mi içerdiğini tartışmışlardır. Bu tartışmalara rağmen, diyalektik terimi sürekli olarak ileri geri hareketle karakterize edilen bir değişim veya ilerleme sürecine işaret eder.


Diyalektik düşüncenin kökenlerinin izini sürmek için antik Yunan felsefesini araştırmamız gerekir. Bu konuda öne çıkan isimlerden biri filozof Herakleitos'tur. Friedrich Engels ve Karl Marx tarafından 19. yüzyılda diyalektik düşüncenin öncüsü olarak kabul edilen Herakleitos, kozmostaki karşıt güçlerin önemini ve bunların gelişimdeki rolünü vurgulamıştır. Ona bu tanınırlığı kazandıran, karşıtların birliği fikridir.


Herakleitos ve Karşıtların Birliği

Sokrates öncesi bir filozof olan Herakleitos, arkhe kavramı üzerine kafa yoran Antik Yunan filozofları arasındadır. Antik Yunanca arche terimi öncelikle "köken" veya "başlangıç" anlamına gelir ve diğer tüm şeylerin kendisinden türetildiği temel ilke ile ilgilidir. Bu filozoflar öncelikle kozmoloji ve ontoloji teorileriyle uğraşmış, diğer her şeyin kendisinden kaynaklandığı tözü tanımlamaya çalışmışlardır.


Genellikle tarihteki ilk filozof olarak kabul edilen Thales, suyun evrenin arkhe'si olduğunu öne sürmüştür. Benzer şekilde, Thales'in çağdaşı Milet okulundan Anaksimandros arkheyi havaya atfederken, Pisagor evrenin esasen sayılardan oluştuğuna inanıyordu. Buna karşılık İyonyalı filozof Herakleitos evrenin arche'sinin ateş olduğuna inanıyordu. Ama neden ateş? Herakleitos'a göre bu sorunun yanıtı, ateşin içinde barındırdığı sürekli değişimde yatmaktadır; Herakleitos'un meşhur ifadesiyle, "evren sürekli yanan ateşten ibaretti, öyleydi ve öyle olacaktı..."


Herakleitos evrenin sürekli bir akış halinde olduğuna inanıyordu. Bu bakış açısını, kişinin aynı nehre iki kez giremeyeceğini, çünkü hem kişinin hem de nehrin her seferinde farklı olduğunu savunduğu bir analoji ile göstermiştir. Onun felsefesinde ateş, kendini tüketme yoluyla hareketi sembolize eder ve her şeyin ateşten kaynaklandıktan sonra sürekli bir akış halinde olduğu fikrini temsil eder. Herakleitos'un teorisi, doğanın tüm yönlerinin sürekli bir değişim halinde olduğunu, ateşin suya ve toprağa dönüştüğünü ve bunun tersinin de sonsuz bir döngü içinde gerçekleştiğini öne sürer.


Felsefesinin önemli bir yönü de karşıtların uyumu konusudur. Herakleitos'a göre, her karşıt madde kendi içinde kendi karşıtını barındırır ve sonuçta evrenin istikrarını koruyan sürekli bir dairesel dönüşüm ve harekete katılır. Evrenin birliğinin, karşıt güçlerin dinamik etkileşimi tarafından sürdürüldüğünü iddia etmiştir. Herakleitos bu kavramı açıklamak için yaşam ve ölüm, uyanma ve uyuma, yaşlanma, ısınma ve soğuma gibi örnekler vermiştir.


Herakleitos'un ardından, başka bir filozofun diyalektik hareketin gerçeklikteki temel önemini fark etmesi ve bunun yalnızca bir tartışma veya mantık aracı olarak uygulanmasının ötesine geçmesi iki bin yıl almıştır.


Platon'un Diyalogları: Sokratik Yöntem

Antik Yunan felsefesinde diyalektik, genellikle tartışmacı diyaloğa dayalı bir akıl yürütme biçimi olarak anlaşılır. Elealı Zenon ve Sofistler diyalektik akıl yürütmenin bazı formlarını kullanmış olsalar da, klasik anlamı büyük ölçüde Platon tarafından yazılan Sokratik diyaloglardan kaynaklanmaktadır.


Sokratik diyaloglar, kavramların ardındaki anlamları ortaya çıkarmak ve ifadelerin doğruluğunu tespit etmek için sorular etrafında dönen bir sorgulama yöntemi olarak diyalektiğin gelişimine katkıda bulunmuştur. Platon'un Sokratik diyaloglarında Sokrates başkahraman olarak yer alır ve genellikle başkalarının ahlaki kavramlar hakkındaki bilgilerine meydan okur. İronik bir yaklaşım kullanan ve sınırlı bilgiye sahip olduğunu iddia eden Sokrates, rakibinin anlayışındaki tutarsızlıkları ortaya çıkarır.


Euthyphro diyaloğunda Sokrates, Euthyphro'ya bir soru yöneltir ve Euthyphro'nun tanrılar tarafından kayırılma fikriyle ilişkilendirdiği dindarlığın bir tanımını sunmasını ister. Sokrates daha sonra Euthyphro'dan tanrıların kendi aralarında da anlaşmazlıklar olduğunu kabul etmesini ister ve bazı tanrıların severken diğerlerinin nefret ettiği şeyler olduğunu belirtir. Sokrates sonuç olarak, Euthyphro'nun tanımına dayanarak, hem dindar hem de dinsiz olan şeylerin var olması gerektiği sonucuna varır. Euthyphro bu sonucun saçmalığını fark eder ve tanımının yetersizliğini kabul eder.


Sokrates bu Sokratik yöntemi kullanarak, bireyleri gerçek bilgeliğe doğru bir yola yönlendirmeyi amaçlar. Bu diyalogların Sokrates'in öğrencisi Platon tarafından yazıldığını ve Sokrates'in gerçek düşüncelerini ne kadar doğru temsil ettikleri konusunda süregelen bir tartışma olduğunu belirtmek önemlidir.


Sokratik yöntemden esinlenen Platon, felsefede diyalektiğe daha kesin bir rol atfetmiştir. Cumhuriyet'in VII. kitabında, "diyalektik, herhangi bir şeyin gerçek doğasını ayırt etmeye yönelik duyu-algısını kullanmadan, yalnızca rasyonel söylem yoluyla arar" ifadesini kullanmıştır. Dolayısıyla Platon'un diyalektiği adalet, hakikat, güzellik ve diğerleri gibi felsefi kavramları keşfetmeye yönelik rasyonel bir yaklaşım olarak görülebilir. Platoncu terimlerle, her bir formun özünü kavramak için bir yöntem olarak hizmet eder ve görünüşlerin ötesindeki gerçeklik dünyasına erişmek için bir araç görevi görür.


Aristoteles'in Diyalektiği ve Ortaçağ Felsefesi Üzerindeki Etkisi

Platon'un öğrencisi olan Aristoteles bir adım daha atarak diyalektik üzerine bilinen en eski kapsamlı çalışmayı ortaya koymuştur. Mantık üzerine altı kitaptan oluşan Topikler'de diyalektik, genel kabul görmüş görüşlere dayanan argümanlar icat etme ve keşfetme süreci olarak sunulur. Hatta kendisinden önce diyalektiğin hala sistematik olmadığını ve basit olduğunu savunmuştur.


Aristoteles araştırmacı diyalektik ile retorik diyalektik arasında ayrım yapmış ve diyalektiğe tümdengelim ve çıkarım yoluyla ilk ilkeleri oluşturma rolünü vermiştir. Platon ideaların açıklığa kavuşturulmasını diyalektiğin nihai amacı olarak görürken, Aristoteles bu süreci daha kapsamlı bir bilimsel ve rasyonel sorgulama teorisine dahil etmiştir. Ancak diyalektik akıl yürütmeyi Topikler'deki mantıksal kanıtlama sürecinden ayırmıştır: "Farklı müzakere alanlarında kesinlik ve kesinliğin makul olarak ne ölçüde beklenebileceğinin farkına varmak bilgelik yoludur."


Bu ayrım diyalektiğin bize kanıtlayıcı bilgi (apodeixis) sağlamadığını vurgular. Bununla birlikte, Aristoteles'in kanıtlamanın bilgiye (episteme) giden tek yol olmadığını kabul ettiğini belirtmek önemlidir. Sonuç olarak, temel doğrular olarak hizmet eden apaçık ilkelerden bir çıkarım sürecini (syllogismos) takip eden bilimsel kanıtlama (apodeixis) ile yalnızca makul olan hipotezlerden çıkarılan deneysel diyalektik çıkarımlar arasında net bir ayrım yapar. Temel ayrım, mantıksal yapılarından ziyade öncüllerinde yatmaktadır. İspatlar doğru ve temel öncüller gerektirirken, diyalektik çıkarımlar kabul edilmiş öncüllere dayanır. Aristoteles bu tür proto-bilimsel diyalektiği yalnızca uygun değil, aynı zamanda gerekli ve vazgeçilmez olarak görmüştür.


Platon'un diyalektiği ayrımlar yapmayı ve farklılıkları vurgulamayı amaçlarken, Aristoteles bunun ötesine geçmeye ve belirli bir çalışma alanındaki ilkeleri (archai) belirlemeye çalışmıştır. Başka bir deyişle, Platon'un diyalektiği nihai hakikatin (idea) peşindeyken, Aristoteles'in diyalektiği temel veya temel hakikatleri hedeflemiştir.


Başlangıçta biçimsel mantık olarak Stoacı diyalektik kavramından etkilenen belirli bir diyalektik anlayışı, Boethius ve De Dialectica adlı eseri aracılığıyla erken Ortaçağ'a aktarılmıştır. Sonuç olarak diyalektik, dönemin Ortaçağ düşünürleri tarafından kesin akıl yürütme bilimi olarak kabul görmüştür.


Aristotelesçi düşüncenin 12. yüzyılda yeniden canlanmasıyla birlikte diyalektik saygın konumunu daha da sağlamlaştırmıştır. Örneğin, önde gelen bir Ortaçağ filozofu olan Aziz Thomas Aquinas, ünlü eseri Summa Theologica'da diyalektik bir çerçeve kullanmıştır. Tartışmalı sorular sunmuş ve çeşitli makul cevapların avantaj ve dezavantajlarını derinlemesine incelemiştir. Farklı bakış açıları arasındaki artı ve eksilerin araştırılması yoluyla pozisyonların kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesine yönelik bu uygulama, Rönesans'a kadar standart bir yaklaşım haline gelmiştir.


Ancak pek çok Ortaçağ alimi diyalektiği mantığın tamamını kapsayacak şekilde yorumlamıştır. Sonuç olarak diyalektik, kurumsallaşmış eğitim sistemi içinde retorik ve gramer ile birlikte ortaçağ triviumunun ayrılmaz bir bileşeni haline gelmiştir. Akademik tartışmalar ve münazaralardaki belirgin rolü nedeniyle diyalektik, ortaçağ boyunca yüksek öğretimdeki önemini korumuştur.


Diyalektiğe ilişkin eski görüşler ancak 15. yüzyılda hümanizmin yükselişiyle birlikte bir canlanma yaşamıştır. Rodolphus Agricola'nın De Inventione Dialectica adlı eseri, diyalektiğin Aristotelesçi ilkelere dayanan temellerinin yeniden kurulmasında kilit bir rol oynamıştır. Eser, diyalektiğin tartışmalı bir soruya verilen farklı cevapları destekleyen ya da bunlara karşı çıkan çelişkili argümanları dikkatle değerlendirerek olasılık meseleleriyle ilgilendiğini vurgulamıştır.


Alman İdealizmi: Kant ve Hegel'in Diyalektiği Yeniden Kurması

Rene Descartes'ın kesinlik arayışı ve bilgiye dayalı kanaatlere dayanan salt akla yatkınlığı reddetmesi, 18. yüzyılda diyalektik akıl yürütmenin eleştirel bir incelemesinin temelini çoktan atmıştı. Ancak diyalektiğin kapsamlı bir incelemesini yapan kişi, öğretileri Alman İdealizminin yükselişine damgasını vuran Immanuel Kant olmuştur.


O dönemde diyalektik, esasen mantık ilkelerine dayalı olduğu kabul edilen ebedi bir hakikati idrak etmeye yarayan bir araçtı. Ortaçağ döneminde vahiy, tartışılmaz ek bir referans noktası olarak ortaya çıkmıştır. Ancak Kant'a göre, şeylerin temel doğasına ilişkin herhangi bir kesin teorik bilgiye ulaşmak insanoğlunun ulaşabileceği bir şey değildir. Bu durum özellikle özgürlük, adalet ve Tanrı gibi duyusal algının ötesinde yer alan ve diyalektik akıl yürütme yoluyla sıklıkla irdelenen konularla ilgilidir.


Saf Aklın Eleştirisi'nde Kant metafiziğin sınırlarını ve kapsamını belirlemeye çalışır. Kant'ın çalışmasının ana teması, nesneleri gözlemden bağımsız olarak asla gerçek doğalarında (kendinde şey) kavrayamayacağımız, yalnızca görünüşlerini kavrayabileceğimizdir. Bu, zaman ve mekân gibi kavramlarımızla sınırlı olduğumuz ve nesneleri yalnızca bu kategoriler aracılığıyla algıladığımız için içsel sınırlamalarımızdan kaynaklanmaktadır.


Kant'a göre akıl, her sorunun başka bir soruya yol açtığı diyalektik bir süreçle iç içedir, zira her yanıtın kendisi başka sorgulamalar doğurur. "Transandantal Diyalektik" başlıklı bölümde Kant, sınırlandırılmamış akılda bulunan içsel çelişkileri aydınlatmayı amaçlar. Antinomiler olarak adlandırdığı, Tanrı'nın varlığı gibi konularla ilgili dört çift çelişkili önermeyi kullanır. Kant bunu yaparken, her iki karşıt önermenin de birbirini dışlamasına rağmen mantıksal olarak desteklenebileceğini göstermeyi amaçlar.


Kant'a göre bu, insan aklının kavrayışını aşan önermelerle ilgili diyalektik akıl yürütmenin beyhudeliğidir. Bu nedenle diyalektiği aşkın bir anlama yanılsaması olarak görmüştür.


Diyalektik, Alman İdealizminin bir diğer önemli filozofu Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in çalışmalarıyla tamamen yeni bir anlayış kazanmıştır. Değişimi kendi iç çelişkileriyle açıklayan bir teori olarak söylemsel diyalektik artık yerini doğal süreç diyalektiğine bırakmış, hareket zorunlu bir ilerleme haline gelmiştir. Hegel'in felsefesindeki diyalektik hareket, bağımsız olarak var olan iki varlık arasındaki bir çatışmadan kaynaklanmak yerine, ister zihinsel ister maddi olsun, tüm varlıklarda mevcut olan çelişkilerden kaynaklanan içsel bir potansiyeldir.


Hegel diyalektiğin iki versiyonunu geliştirmiştir. Mantık Bilimi'nde sunulan oldukça biçimselleştirilmiş diyalektik olarak bilinen daha dar versiyon, Kant'ın kategorileri için teorik bir gerekçe sunmaya çalışmıştır. Hegel bunu Mantık Bilimi'ndeki varlık diyalektiği örneği üzerinden açıklar. İlk olarak, varlık saf varlık olarak ortaya konur; ancak içerikten yoksun olan saf varlığın hiçlikten ayrılamaz olduğu ortaya çıkar. Yine de varlık ve hiçlik oluş sürecinde birleşir. Burada, varlığa dönüşen şeyin aynı anda hiçliğe dönüşmekte olduğu fark edilir. Bu, yeni organizmalar doğarken eski organizmaların yok olduğu yaşamın kendisinde gözlemlenebilir. Hegel'in üçlü diyalektik sürecinin en önemli yönü, zıtlıkların son aşamada her iki tarafın olumlu unsurlarını birleştirerek uzlaştırılmasıdır.


Bununla birlikte Hegel, tarihsel ilerlemeye ilişkin ontolojik bir diyalektik de geliştirmiştir. Hegel bu diyalektik şemayı, örneğin Tinin Fenomenolojisi'nde insan bilincinin gelişimini keşfederken ve Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde insan özgürlüğünün gerçekleşmesini incelerken çeşitli şekillerde kullanır. Hegel için diyalektik ilerleme yalnızca gerçekliği anlamak için bir araç değil, aynı zamanda anlaşılan gerçekliğin içkin bir yönüdür. Herakleitos'tan bu yana ilk kez diyalektik, Hegel aracılığıyla gerçekliğin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.


Marx'ın Tarihsel Materyalizmi: Tarihin Diyalektiği

Hegel'in eski bir öğrencisi olan Karl Marx, diyalektiği materyalist bir şekilde kullanmıştır. Hegel'in kapsamlı diyalektik görüşünü tamamen reddetmese de Marx, diyalektik yöntemin maddi dünyaya uygulanması gerektiğine inanıyordu. Bu doğrultuda, Hegel'in diyalektiğinin baş aşağı durduğunu ve yeniden ters yüz edilmesi gerektiğini söylemiştir.

Marx, maddi koşulların insan fikirlerini ve bilincini şekillendirmede temel bir rol oynadığına inandığı için, maddi dönüşümlere odaklanarak diyalektiği tarih analizinde kullanmaya çalışmıştır.


Marx'ın diyalektiği, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözünde basitçe sunulan materyalist tarih anlayışında kendini gösterir. Marx, bireylerin içinde bulundukları toplumun ekonomik çerçevesi tarafından belirlenen belirli toplumsal ilişkiler içinde nasıl konumlandıklarını açıklar. Toplumun kolektif bilinci, nihayetinde bu çerçevedeki üretim tarzı ve ilişkileri tarafından şekillendirilir. Zaman ilerledikçe, ekonomik yapı, farklı toplumsal sınıflar arasında ortaya çıkan çelişkilerin ateşlediği devrimci bir süreçle dönüşüme uğrar:


"Şimdiye kadar var olan tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir."


Yukarıdaki ifade Marx'ın diyalektik materyalizmini özlü bir şekilde ortaya koymaktadır. Marksçı diyalektikte tarihin itici güçleri karşıt sınıflardır. Marx'a göre, farklı tarihsel dönemler boyunca, biri ezen diğeri ezilen konumunda olan toplumsal sınıflar her zaman çatışma halinde olmuştur. Her üretim tarzının kendine özgü içsel dinamikleri olduğundan, bu ilişki farklı çağlarda çeşitli biçimler alır: köleler ve özgür insanlar, plebler ve patrisyenler, serfler ve lordlar, proletarya ve burjuvazi. Bir toplumdaki üretim tarzı geliştikçe, nihayetinde yerini daha gelişmiş bir ekonomik yapıya bırakmasına yol açan yeni çelişkilerle karşılaşır.


Marx, ilkel toplumların köleci devletlere, ardından feodal toplumlara ve nihayetinde kapitalist devletlere evrilmesi sürecini bu şekilde açıklamıştır. Marx'ın diyalektik yöntemi en somut ve çekici yöntem olmakla birlikte, modern dünya üzerinde en büyük etkiye sahip olduğu için muhtemelen en çok eleştirilen yöntemdir.


Not: Baran Barlas’a ait bu yazı, https://www.thecollector.com adlı siteden alınmış ve www.felsefearenasi.com.tr editörleri tarafından Türkçeye çevrilmiştir:

https://www.thecollector.com/what-is-dialectic-heraclitus-marx/?fbclid=IwAR1YMwZCLy2gVI2qo34a0ZwsEkKg3Y_mFUYOuOJFIvi_aSm_Yepm7vNcVfI




102 görüntüleme

Comments


bottom of page