top of page
Yazarın fotoğrafıFelsefe Arenası

Bilmeniz Gereken 10 Felsefi Kavram

Filozofların kendimize sorduğumuz birçok soruya yanıt önerdiklerini biliyor muydunuz? İşte herkesin bilmesi gereken bazı felsefi kavramlar.


Hayatın anlamı nedir? İyi ve kötü nedir? Adalet nedir? Bunlar filozofların yüzyıllardır sorduğu sorulardan bazılarıdır. Felsefe, yeni başlayanlar için bazen ürkütücü görünebilen karmaşık ve büyüleyici bir çalışma alanıdır. Herkesin üzerinde hemfikir olacağı tek bir cevap olmasa da, felsefedeki en temel fikirlerden bazılarını bilmek yine de önemlidir. İşte eğitim geçmişi ne olursa olsun herkesin aşina olması gereken on yaygın felsefi kavram.

1.Platon'un İdealar Kuramı


Platon "şeyler dünyasını" "idealar dünyasından" ayıran ilk kişidir. Platon'a göre idea (eidos) bir şeyin kaynağı, prototipi, herhangi bir nesnenin altında yatan gerçekliktir. Örneğin, "masa ideası" gerçekte belirli bir masa ile örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir. Ancak "masa fikri" ve "somut masa" ayrı ayrı var olmaya devam edecektir.


Dünyanın idealar dünyası ve nesneler dünyası olarak bölünmesinin canlı bir örneği, insanların nesneleri ve diğer insanları değil, yalnızca mağara duvarındaki gölgelerini gördükleri ünlü Platonik mağara alegorisidir. Bu metaforda, mağara duvarına yansıtılan gölgeler dünyadaki bireysel nesnelere karşılık gelirken, gölgeleri duvarda olan nesneler Platon'un görüşüne göre daha temel ve gerçek olan idealara karşılık gelir.


Platon için mağara, insanların mağaraların duvarlarındaki gölgelerin gerçeği bilmenin tek yolu olduğuna inanarak yaşadıkları dünyamızın bir alegorisidir. Ancak gerçekte gölgeler sadece bir yanılsamadan ibarettir. Yine de bu yanılsama nedeniyle insanların gerçekliğin varlığına dair eleştirel sorular sorması ve "yanlış bilinçlerinin" üstesinden gelmesi zordur.


Platoncu fikirleri geliştiren daha sonraki zamanların filozofları aşkın ve "kendinde şey" kavramına ulaşmışlardır.


2.İçgözlem Kavramı


İçgözlem, kişinin dış dünyadaki olaylara verdiği iç tepkileri gözlemlediği, kendini tanımaya yönelik bir yöntemdir. İçgözlem, insanın kendini dikkatle inceleme, inandıklarına neden inandıklarını ve inançlarının yanlış olma ihtimalinin bulunup bulunmadığını kendilerine açıklama ihtiyacından kaynaklanır.


Bir araştırma yöntemi olarak iç gözlemin kurucusu İngiliz eğitimci ve filozof John Locke'dur. Locke, Rene Descartes'ın fikirlerine dayanarak, tüm bilginin dış dünyanın nesneleri ve insan zihni olarak yalnızca iki doğrudan kaynağı olduğuna işaret eder. Bu bağlamda, bilincin tüm önemli psikolojik olguları yalnızca bilgi öznesinin kendisi tarafından incelenmeye açıktır. Bir kişi için "mavi", bir başkası için "mavi" ile aynı olmayabilir.

İç gözlem yöntemi, düşünme aşamalarını takip etmeye, duyguları öğelerine ayırmaya ve düşünceler ile eylemler arasındaki ilişkinin tam bir resmini sunmaya yardımcı olur. İç gözlem bize daha soyut ve geniş düşünmeyi öğretir, örneğin "büyük kırmızı bir elmayı" kırmızı hissi olarak algılamayı, bunun yerine yuvarlak bir elma izlenimi ve tat hissinin izini sürmeyi öğretir. Ancak iç gözlemin çok derinlerine inmeyin - kendi izlenimlerinizi izlemeye aşırı odaklanmak gerçeklik algısını köreltebilir.


3.Solipsizm Kavramı


Solipsizm, bir kişinin her zaman var olan ve her zaman mevcut olan tek gerçeklik olarak yalnızca kendi zihnini tanıdığı felsefi bir kavramdır. Mark Twain, Gizemli Yabancı adlı öyküsünde solipsizmin ana mesajını ortaya koyar:

"Tanrı yok, evren yok, insan ırkı yok, dünyevi yaşam yok, cennet yok, cehennem yok. Hepsi bir Rüya, acayip ve aptalca bir rüya. Senden başka hiçbir şey yok. Ve Sen sadece bir Düşünceden ibaretsin - serseri bir Düşünce, işe yaramaz bir Düşünce, evsiz barksız bir Düşünce, boş sonsuzluklar arasında kimsesiz dolaşan."


Genel olarak aynı fikir Bay Hiçkimse, Başlangıç ve Matrix filmlerinde de görülmektedir. Solipsizme göre, bir kişinin yalnızca gerçeklik algısı ve düşünceleri mevcutken, tüm dış dünya kesinlik sınırlarının ötesindedir. Bu nedenle, bir kişi için şeylerin varlığı her zaman yalnızca bir inanç meselesi olacaktır, çünkü birisi onların varlığına dair kanıt isterse, kişi bunları sağlayamayacaktır.


Başka bir deyişle, hiç kimse kendi bilincinin dışında herhangi bir şeyin varlığından emin olamaz. Solipsizm, gerçekliğin varlığından şüphe etmekten çok, kişinin kendi zihninin rolünün önemini kabul etmesidir. Solipsizm kavramının ya olduğu gibi özümsenmesi ya da "tersinden solipsizm "in kabul edilmesi, yani göreli dış dünya hakkında kendinize rasyonel bir açıklama getirmeniz ve bu dış dünyanın neden hala var olduğunu gerekçelendirmeniz gerekir.


4.Teodise: Tanrının Doğruluğunu Kanıtlama Girişimi

Eğer dünya daha yüce bir plana göre yaratıldıysa, neden bu kadar çok saçmalık ve acı var? İnananların çoğu er ya da geç bu soruyu sormaya başlar. Teodise çaresizlerin yardımına koşar. Bu, Tanrı'nın koşulsuz olarak mutlak iyi olarak kabul edildiği ve dünyadaki kötülüğün varlığına dair her türlü sorumluluğunun ortadan kaldırıldığı dini ve felsefi bir kavramdır.


Leibniz bu doktrini Tanrı'yı koşullu olarak "haklı çıkarmak" için yaratmıştır. Bu kavramın ana sorusu şudur: Tanrı neden dünyayı kötülüklerden arındırmak istemez? Olası cevaplar dörde indirgenebilir: ya Tanrı dünyayı kötülüklerden arındırmak ister ama yapamaz, ya yapabilir ama istemez, ya yapamaz ve istemez, ya da yapabilir ve ister. İlk üç seçenek Mutlak olarak Tanrı fikriyle uyuşmaz ve son seçenek de dünyadaki kötülüğün varlığını açıklamaz.


Teodise sorunu, dünyadaki kötülüğün sorumluluğunun teorik olarak Tanrı'ya yüklenmesini gerektiren her tek tanrılı dinde ortaya çıkar. Pratikte, Tanrı'ya sorumluluk yüklemek mümkün değildir çünkü dinler Tanrı'yı masumiyet karinesine sahip bir tür ideal varlık olarak kabul eder.


Teodisenin ana fikirlerinden biri, Tanrı'nın mümkün olan tüm dünyaların en iyisini yarattığı ve bu nedenle sadece en iyisinin bu dünyada toplandığı ve bu dünyada kötülüğün varlığının sadece etik çeşitliliğe duyulan ihtiyacın bir sonucu olarak görüldüğüdür. Teodiseyi kabul edip etmemek kişinin inancıyla ilgili kişisel bir meseledir, ancak bu kavramı araştırmaya kesinlikle değer.


5.Ahlaki Görecelilik


İyi ve kötü sabit, mutlak kavramlar olsaydı hayat çok daha kolay olurdu. Ancak çoğu zaman, bir durumda iyi olanın başka bir durumda kötü olabileceği gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Ahlaki göreceliliğe yaklaşıyoruz, neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda daha az emin oluyoruz. Bu etik ilke, "iyi" ve "kötü" kavramlarının ikili ayrımını reddeder ve zorunlu, mutlak ahlaki normların ve kategorilerin varlığını kabul etmez.

Ahlaki görecelilik, ahlaki mutlakiyetçilikten farklı olarak, mutlak evrensel ahlaki standartlar ve ilkeler olduğunu savunmaz. Duruma hakim olan ahlak değil, ahlak üzerindeki durumdur. Yani, bir eylemin sadece gerçekliği değil, bağlamı da önemlidir. Felsefi " hoşgörü " doktrini, her bireyin kendi değerler sistemini ve iyi ve kötü kategorileri hakkında kendi fikirlerini oluşturma hakkını tanır ve ahlakın özünde göreceli bir kavram olduğunu ileri sürmemize izin verir. 6.Kategorik Zorunluluk ya da Ahlakın Altın Kuralı


"Size nasıl davranılmasını istiyorsanız siz de başkalarına öyle davranın" - eminim birçoğumuz bu cümleyi ya da benzerini en az bir kez duymuşuzdur. Genellikle bunun tanıdık ve apaçık bir şey olarak algılandığı konusunda hemfikirizdir. Ancak bu sadece yaygın bir ifade veya atasözü değildir; bu ifade etikte "kategorik zorunluluk" veya ahlakın "altın kuralı" olarak adlandırılan önemli bir felsefi kavrama benzer. "Kategorik zorunluluk" terimi, özerkliğe dayalı bir etik kavramı geliştiren Alman filozof Immanuel Kant tarafından ortaya atılmıştır. Bu kavrama göre, ahlaki ilkeler her zaman vardır, çevreye bağlı değildir ve sürekli olarak birbirleriyle bağlantılı olmalıdır. Kategorik zorunluluk, bir kişinin davranışlarına rehberlik eden belirli ilkeleri uygulaması gerektiğini söyler. Bu etik kavrama göre, bir kişi, kendi görüşüne göre evrensel bir yasa haline gelebilecek olan ilkeye göre hareket etmelidir. Ayrıca, bu kavram çerçevesinde Kant, diğer kişiyi amaca giden bir araç olarak görmemeyi, onu nihai amaç olarak ele almayı önerir. Elbette böyle bir yaklaşım bizi hatalardan kurtarmayacaktır, ancak her seçim yaptığınızda bunu sadece kendiniz için değil tüm insanlık için yaptığınızı düşünürseniz kararlar çok daha bilinçli hale gelir.


7.Determinizm/İndeterminizm: Kaderimiz Belli mi?


Özgür irade, kader ve yazgıyı araştırmak istiyorsak, determinizm kavramını -yazgının felsefi öğretisi, olup biten her şeyin birbirine bağlı olması ve var olan her şey için tek bir nedenin bulunması - göz önünde bulundurmalıyız. Her şey önceden belirlenmiştir. Her şey belirli bir düzene göre gerçekleşecektir - bu, determinizmin ana varsayımıdır. Bu öğretiye göre özgür irade yoktur ve determinizmin farklı yorumlarında, bir kişinin kaderi çeşitli faktörlere bağlıdır: ya Tanrı tarafından ya da felsefi olarak kavranan geniş bir "doğa" kategorisi tarafından önceden belirlenmiştir. Determinizm öğretisi çerçevesinde hiçbir olay tesadüfi olarak kabul edilmez, önceden belirlenmiş ancak insan tarafından bilinmeyen bir olaylar zincirinin sonucudur. Determinizm, eylemlerin tüm sorumluluğunun kişinin kendisine ait olduğu özgür irade inancını dışlar ve bireyi kaderini tamamen dış dünyanın nedenselliğine, düzenliliğine ve her şeye kadir gücüne emanet etmeye zorlar. Bu nedenle determinizm, kendileri için sorumluluk almak istemeyenler için uygun bir fikirdir. 8. Cogito Ergo Sum: Düşünüyorum, öyleyse varım


"Düşünüyorum, öyleyse varım" rasyonalist filozof Rene Descartes'a ait felsefi bir kavramdır ve her şeyden şüphe edenler için iyi bir başlangıç noktasıdır. Bu formül, Descartes'ın felsefi bir mutlak bilgi kavramı inşa edebileceği birincil, tartışılmaz bir mutlak gerçeği bulmaya çalışmasıyla ortaya çıkmıştır. Descartes her şeyi sorguladı: dış dünyayı, hislerini, Tanrı'yı ve toplum görüşünü. Sorgulanamayacak tek şey kişinin kendi varlığıydı, çünkü kişinin kendi varlığından şüphe etme süreci bu varlığın kanıtıydı. Böylece formül ortaya çıktı: "Kuşkulanıyorum, öyleyse düşünüyorum; düşünüyorum, öyleyse varım "a dönüşen bu cümle, modern felsefenin metafizik temeli haline geldi. Bu ifade, etrafında güvenilir bilgiyi inşa etmenin mümkün hale geldiği Özne'nin baskın konumunu ilan ediyordu. 9."Tanrı Öldü"


"Tanrı öldü. Tanrı ölü kalacak. Ve biz onu öldürdük. Tüm katillerin katili olarak kendimizi nasıl teselli edeceğiz? Dünyanın şimdiye kadar sahip olduğu en kutsal ve en güçlü şey bıçaklarımızın altında kan kaybından öldü: bu kanı üzerimizden kim silecek?" Nietzsche "Tanrı öldü" derken, gerçek anlamda Tanrı'nın ölümünü ima etmiyordu. Geleneksel toplumda Tanrı'nın varlığının bir gerçek olduğunu, insanlarla tek bir gerçeklik içinde olduğunu söylemek istiyordu. Ancak modernite çağında, dış gerçekliğin bir parçası olmaktan çıktı ve içsel bir fikir haline geldi. Bu durum, daha önce Hıristiyan dünya görüşüne dayanan değer sisteminde bir krize neden oldu. Bu, bu sistemi gözden geçirme zamanının geldiği anlamına gelir - aslında postmodern felsefe ve kültürün yaptığı da budur. 10.Varoluşsal Kriz: Çağdaş Bir Felsefi Kavram


Varoluşçuluk, 20. yüzyılın ana felsefi akımlarından biri olup, insanın biricikliğine odaklanır. "Varoluş felsefesi" olarak da adlandırılır. Varoluşçuluğun öncüsü Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard'dır. "Varoluş" kavramını ilk kez 19. yüzyılda formüle etmiş ve Alman idealist Hegel'in "sistemine" karşı çıkmıştır. Varoluşsal kriz, hayatın anlamının yitirilmesiyle bağlantılı bir endişe ve kaygı duygusudur. Irvin Yalom ve Rollo May gibi varoluşçu psikologlar bu kavramı geniş çapta incelemişlerdir. Esasen varoluşsal kriz, hayatın anlamının yitirilmesidir. Varoluşsal bir kriz, dünyadaki zor bir durum, ekonomik alandaki belirsizlik, sevilen birinin hastalığı, ölümle doğrudan karşılaşma ve büyük yaşam çalkantıları tarafından tetiklenebilir. Varoluşsal kriz her zaman bir kişinin hayatını nasıl, ne kadar dolu ve derin yaşadığıyla bağlantılıdır ve ya bu hayat doğrudan ya da dolaylı olarak tehdit edildiğinde ya da bir hayatın onu yaşayan kişiye "uymadığı" bir durumda ortaya çıkar. Varoluşsal kriz kavramı, yukarıda açıklanan geleneksel değer sisteminin çöküşünden kaynaklanmıştır. İnsan varoluşunun ne önceden belirlenmiş bir amacı ne de nesnel bir anlamı olduğu fikrinden doğmuştur. İnsan hayatının bir değeri olduğuna inanmak en derin ihtiyacımıza aykırıdır. Ancak özgün anlamın yokluğu genel olarak anlamın kaybı anlamına gelmez. Varoluşçuluk kavramına göre, yaşamın değeri tam olarak kişinin kendini gerçekleştirme biçiminde, yaptığı seçimlerde ve eylemlerinde ortaya çıkar.


Not:Viktoriya Sus tarafından kaleme alınan bu yazı, https://www.thecollector.com/ adlı siteden alınmış ve www.felsefearenasi.com.tr editörleri tarafından Türkçeye çevrilmiştir:

https://www.thecollector.com/10-best-philosophical-concepts-to-know/?fbclid=IwAR0Qpci3W2rUAlOaa2ynvPsozUitbyORqF7Gam-mx8LQh3o0q-BGMB8va1k

745 görüntüleme

Comments


bottom of page