top of page

Aklın şeytani faaliyeti

Bizim toplumumuzda, uzun zamandan beri felsefeye karşı sıradan bir insanda olduğu gibi herhangi bir eğitim seviyesini tamamlamış olanlarda da genelde hoş tepkilerle karşılaşmak pek mümkün değildir. Oysa içinden geldiğimiz gelenekte, kültür ve medeniyet dünyasında, Batı'nın Skolastik olarak nitelendirilen döneminde bizde ideal formuna ulaşmış bir felsefe olduğunu biliyoruz. Felsefenin öne çıktığı dönemlerde hangi toplumlar olursa olsun, diğer alanlarda da önemli ilerlemelerin olduğuna şahit oluyoruz.

Orta çağda Batı, felsefe ile ilişkisinde akıl ile dogma arasında dogmanın temellendirilmesi için aklı bir araç olarak gördüğünden felsefenin önceki ve sonraki dönemlere göre kısır kaldığını görüyoruz. Engizisyon, bunun en önemli göstergesidir. Bizde ise felsefenin ön plana geçmesiyle Batı orta çağına karşı bir üstünlük elde edildiği gerçeğini yaşadık. Çünkü felsefe, özgür bir ortama dayandığı gibi dayandığı ortamın gelişmesine de katkı sağlar. Felsefe özgürlüğü hem gerektirir hem de özgürlüğü geliştirir. Aklın özgürce kullanılmasıdır bu.


12. yüzyıldan itibaren Gazalici düşüncenin baskın hale gelmesiyle birlikte felsefeye karşı oluşan karşı tutum hem dünya bilgisi hem de bütün bir gelecek inşası için dinin önemli bir yer işgal etmeye başlamasıyla felsefenin önemini kaybetmesine de neden oldu. Bu durum günümüzde de devam etti. Genel olarak bakıldığında felsefe, bize yabancı bir alandır. İnançlarımızı yok eder. Aklın şeytani bir faaliyetidir ve içimize inançlarımız konusunda şüpheler düşürür. Tanrıya karşı ilk akıl yürüten şeytan olduğu için onun yerini tutar. Din ile tamamen karşıttır. Sadece laf ebeliğidir. Şeytanın avukatlığını yapmaktan başka bir şey değildir. Elbette bu türlü yaklaşımlarda dinin önemli bir etkisi olmakla birlikte varlık karşısında tavır alış biçimi olarak akıldan ziyade duyguların etkili olmasının, teorik olandan ziyade pratik olanın, soyut olandan ziyade somut olanın hayat biçimi olarak yaşanıyor oluşunun da önemli bir etkisi vardır. Felsefeyi de sadece teorik bir etkinlik ve hayattan kopuk olarak görme yanılgısını da ilave etmek gerekir. Bizde felsefeye karşı olumsuz ifadelerden bazı örnekler oldukça şaşırtıcıdır da.


“Mesela, 17. asır şairlerimizden Nabî, ‘Hikmet-i Felsefeden eyle hezar’ diyor, yani ondan çekin, kork. Yahya Kemal Beyatlı, ‘Felsefe tarihini yakından biliyoruz. Bir feylezofun hem de aksi bir nazariye ile halef olduğu ve hükümlerin muttasıl değiştiği malûmdur. Eğer milletler nazariyeleri muttasıl değişen filozoflar silsilesinin kafasına tâbi olarak değişselerdi Kürre-i arz üzerinde tekevvün hadisesi dururdu’ diyor. Necip Fazıl Kısakürek ise felsefeyi şöyle görüyor: ‘Felsefe, bir çuval çürük ceviz içinde bulunan sağlam cevizi el yordamı ile bulmağa benzer.’” (Necati Öner, Felsefe Yolunda Düşünceler, Ankara: Akçağ Yayınları, 1999, s. 9-10).


Nihal Atsız, “Anlamayız hayatı felsefeyle ilimle” der bir şiirinde. İnsanlar üzerinde etkisi olan ve sürekli olarak okunup kendilerine atıflar yapılan bu isimler, büyük kitleleri etkilemiş kişilerdir. “El yordamı ile” sağlam bir cevizi çürükler içerisinde bulmağa çalışmak ifadesi, felsefenin sağlam bir düşünme ve akıl yürütme işi olduğu gerçeğini tamamen reddeder.


Felsefenin konusu, sağlam temeller üzerine inşa edilen değildir bu anlayışta. Bir bakıma bozuk, bozucu bir fonksiyon yüklenir felsefeye. Yahya Kemal, felsefe tarihinde filozofların birbirlerini eleştirmeleri, eleştiriler neticesinde sürekli birbirlerinin görüşlerini değiştirmelerini olumsuz olarak görüyor. Oysa felsefe tarihinin bu yönü, hakikatin donuk olmadığı, bir filozofun sisteminin dondurulmaması ve dogmatik hale getirilmemesi gerektiğini bize anlatır.

Aynı durum bilim tarihinde, dinler tarihinde de geçerlidir. Değişme, ilerleme için gereklidir ve fikirlerdeki değişmeyi sağlayan, felsefenin bu eleştirel tavrıdır. Aksi durumda dogmatik adacıklar oluşur ve bu adacıklar arasında her türlü irtibat kesilir. “Felsefe yapma”, sözü kadar “edebiyat yapma” sözü de yaygındır. Sadece felsefe değil, edebiyat konusunda da pek farklı değilizdir. Her ikisi de söz ile ilgilidir. Edebiyat da felsefe de söz söyler. Söyledikleri sözler arasında farklılık vardır. Ama bu, genelde düşünülmez ve felsefeyi de roman, hikâye okuma ve yazma gibi düşünürler.


Ailelerimizde öğrencilik yıllarımızda bize, “roman okumayın, ders çalışın” denirdi. “Felsefe yapma” sözü, felsefenin bizim toplumumuzda, bizim dünyamızda reel bir karşılığı olmadığı, boş ve faydasız konuşmaktan başka bir işe yaramadığı anlamına geliyor. Bütün bunlar edebiyat ve felsefenin değersiz olduğu ve küçümsendiği anlamlarına geliyor. Bu kültürel ve toplumsal durum, elbette felsefe eğitim ve öğretimine ve bu eğitim ve öğretime verilen değere de yansıyor.


Felsefe ile diğer alanlar, disiplinler arasındaki bağ kavranmadığı müddetçe felsefe konusunda doğru bir anlayışa kavuşmak pek mümkün değildir. Temel bilimler ile felsefe, sanat ile felsefe, eğitim ile felsefe, din ile felsefe, devlet ve siyaset ile felsefe, etik ile felsefe arasında herhangi bir ilişki varmış gibi düşünülmüyor. Felsefe, bir şeyin felsefesidir. O şey, kendisini felsefeye kapatırsa ya da felsefe için gerekli bilgiyi sunmazsa elbette oradan o şeyin felsefesine ulaşmak zordur.


Temel bilimler ve sanat alanlarıyla ilgilenenlerde de felsefeye müracaat ediş ihtiyacı hissedilmiyor olması, onların ilgilendikleri alanlarda temel sorunları ve soruları kavramalarının önünde bir engel oluşturur. Anlamaya ve açıklamaya dayalı değil, sadece ezberlemeye ve sınavda kullanılmaya ihtiyaç duyulan bir bilgi anlayışı ortaya çıkar. Oysa bilim ve sanat, felsefi düşünceyi besleyen en önemli iki kaynaktır. Özellikle günümüzde bilime sırt çevirmiş bir felsefe ile felsefeye sırt çevirmiş bir bilimin önü kapalıdır.


Din konusundaki yaklaşımımız da felsefe için olumsuz anlamlarla yüklüdür. Felsefe ile din arasında başlangıçtan beri bir gerilim vardır elbette. Çünkü felsefenin başlangıcı, Mitos’tan Logos’a geçiş olarak ifade edilir. Bununla söylenmek istenen, doğayı ve olup biten her şeyi aklın ve deneyimin konusu haline getirmek, hayal gücüne dayalı varlıklar ve olaylarla açıklamaktan vazgeçmektir.


Bu, din ve Tanrı’nın akıl konusu yapılamayacağı anlamına gelmez. Din ve Tanrı'yı aklın konusu olmaktan çıkarmak, din ve teolojiyi efsaneye indirgemekten başka bir şey değildir. Efsane, zihni akıl dışı kutsallarla doldurur. Oysa kutsallar, aklın önündeki, dolayısıyla felsefenin önündeki en büyük engellerdir. Sadece dogmatik ve fanatik tutumlara neden olurlar. Oysa bizim, “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesillere ihtiyacımız vardır. Bu ihtiyacı karşılamanın en önemli yolu, aklı kullanmak için en verimli kılavuz olan felsefe ve felsefe eğitiminden geçer.


Çünkü “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmak, aklın özgürleşmesi ve özgürce kullanılmasına bağlıdır. Aydınlanmanın parolasında olduğu gibi, “Aklını kullanma cesareti göster”. İnançlarımızın daha rafine hale gelmesi, dinlerin safsata, efsane, boş inançlardan kurtulması ve dinde zindelik sağlamak için felsefeye ihtiyaç vardır. Felsefe karşısında gösterilen olumsuz tutumlar, tutum sahiplerinin kendi inanç, bilgi ve tasavvurlarına olan zayıflıklarından dolayıdır. Sağlam olan kendisini bozucu etkilere karşı zaten koruma gücüne sahiptir. Eğer daha baştan felsefenin inançlara zarar vereceği peşinen kabul ediliyorsa o inançların zaten gözden geçirilmeyi hak ettiklerini de kabul etmek gerekir.


Kendi eğitim hayatımda karşılaştığım bir husus, eğitim sistemimizin felsefe ile bilimler arasında hiçbir ilişki kuramadığına güzel bir örnektir. Bu konuyla ilgili olarak Türk Yurdu Dergisi’ne yazdığım “'FELSEFE Mİ? O DA NE DEMEK?' DEMEMEK İÇİN” başlıklı yazıda şunları ifade etmiştim:


1970’li yılların sonunda, benim de Öğretmen Lisesi’nde öğrenci olduğum yıllarda liselerde felsefe gurubu derslerinden felsefe, sosyoloji ve mantık edebiyat ve tabii bilimler kollarında okutulurken matematik kolunda felsefe dersi okutulmazdı. Milli Eğitim anlayışımız felsefeyi matematikten tamamen ayrı ve farklı gören ve matematik kolu öğrencilerinin ihtiyaç duymayacağı bir ders olarak nitelendirmişti. Oysa Platon, Akademia’nın kapısına, “Geometri bilmeyen içeri girmesin” diye yazmıştı. Bu durum bile felsefenin bizim nezdimizde nasıl bir yere yerleştirildiğinin açık bir ifadesidir. Oysa felsefeyi kendisiyle başlattığımız Thales, bir matematikçidir. Pythagoras, matematik ve geometri hususunda önemli bir isimdir. Descartes, Pascal aynı zamanda önemli matematikçilerdir. Bilim ile felsefenin bağını koparan bir anlayış, felsefeye oldukça uzaktır. Resim, müzik, heykeltıraşlık, mimari gibi sanat dallarını matematikten, felsefeden nasıl ayrı düşünebiliriz? Zihnimizi disipline eden ve var olanlar arasındaki orantı ve ölçüyü matematikten başka hangi disiplin ile ifade edebiliriz? Disipline edilmemiş bir zihinden mantıklı, tutarlı ama aynı zamanda eleştirel bir düşünce beklemek ne derece mümkündür? Mesela liselerde okutulan mantık dersi, öğrenci açısından ne derece yararlıdır? Bu sorunun cevabı verilmiş değildir. Özellikle matematiğin bir kolu olarak ortaya çıkmış olan ve sembolik ya da modern mantık olarak adlandırılan, önermeler ve yüklemler mantığı olarak da iki kısımda ele alınan mantık dersi, öğrencide soyut düşünme ve sembolleri yorumlama yeteneği gelişmediği, sadece sembollere dayalı tutarlılık ve geçerlilik denetlemesi yapmaya yönelik olduğu için hayatla ya da konuşulan dil ile ilişkisi kurulamamakta ve bu suretle de öğrenciye anlamsız gelebilmektedir. Oysa mantık, Aristoteles’in dediği gibi bilim ve felsefe yapmanın bir aleti-organon’udur. Bu bakımdan son derece önemlidir.


Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de dogmatik, fanatik, dışlayıcı, nefret duygularını körükleyici tutum ve davranışların arttığını görüyoruz. Bu, insanlık adına rahatsız edici bir durumdur. Şiddet, ötekileştirme ve yok sayma gibi tutumlarda ölçü, sınır ve dengenin kaybolduğunu görüyoruz.


Akıl dışı davranış, söz ve ilişki biçimleri artık her gün karşılaştığımız sosyal durumlar gibi görünüyor. Bu, makul olanı kaybetmekten kaynaklanıyor. Makul olanı ortaya koyan akıl, sanki işlevsiz bir hale gelmiş gibi. Dünyanın da ülkemizin de büyük fikirlere, bütün insanlığa hitap edebilecek evrensel düşüncelere ihtiyacı var. Yerellik, tekillik, farklılık adına evrensel olanları reddetmek, tekil olanda tümel olanı görmemek düşüncenin kısırlaşmasına neden olur. Dünyamız da ülkemiz de bu kısırlığın içinde gündelik olan olaylarla ilgilenmenin ötesine geçemiyor. Bir dünya bilgisine, bütün disiplinleri birleştirecek ontolojik temelli bir anlayışa ihtiyacımız var. Kısacası stratejistlere değil, filozoflara ihtiyacımız var.


Not: Bu yazı https://www.gazetedurum.com.tr adlı siteden alınmıştır:

https://www.gazetedurum.com.tr/yazar/Ali-Osman-Gundogan/aklin-seytani-faaliyeti-11945

39 görüntüleme

Comments


bottom of page